Özgün Senaryolar
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Özgün Senaryolar

Özgün Senaryoların Yeri
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /6.Bölüm (kan grubu )

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
asi_melek
Usta Senarist
Usta Senarist
asi_melek


Mesaj Sayısı : 215
Kayıt tarihi : 03/07/10
Nerden : İstanbul

Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /6.Bölüm (kan grubu )   Empty
MesajKonu: Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /6.Bölüm (kan grubu )    Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /6.Bölüm (kan grubu )   EmptyÇarş. Tem. 07, 2010 6:58 pm


6.Bölüm (kan grubu )


Bütün gün kendi etrafımdakilerin hayal meyal farkında, başkalarının gözlerinden onu izledim.
Mike Newton’ın gözleirnden değil, çünkü onun iğrenç fantezilerine daha fazla katlanamıyordum, Jessica’nınkilerden de değil, çünkü Bella’ya olan gücenikliği, beni bu adi kız için güvenli olmayacak şekilde sinirlendiriyordu. Angela Weber, gözleri uygun olduğunda iyi bir seçimdi; nazikti – zihni içinde bulunulması kolay bir yerdi. Bazen de en iyi görüşü öğretmenler sağlıyordu.
Bütün gün sendelemesini – kaldırımdaki çatlaklara, kitaplara, en çok da kendi ayağına takılmasını – izleyip, dinlediğim kişilerin Bella’nın sakar olduğunu düşündüklerini duyduğumda şaşırmıştım.
Bunu düşündüm. Düz durma konusunda sorun yaşadığı doğruydu. O ilk gün sıraya doğru tökezleyişini, kazadan önce buzda kayışını, dün kapının eşiğine takılışını hatırladım… Ne garip, haklılardı. Gerçekten sakardı.
Bana niye bu kadar komik geldiğini bilmiyordum; ama Amerikan Tarihi’nden İngilizce’ye yürürken sesli güldüm ve birkaç kişi bana sakıngan bakışlar attı. Bunu daha önce nasıl fark etmemiştim? Muhtemelen hareketsizliğinde çok zarif bir şey olduğu içindi, başını tutuşu, boynunun kavisi…
Şu anda hiçbir şekilde zarif değildi. Bay Varner botunun ucunu döşemeye takıp gerçekten sandalyesine düşerken onu izledi.
Tekrar güldüm.
Onu kendi gözlerimle görme şansını yakalamak için beklerken zaman inanılmaz bir yavaşlıkla geçti. Sonunda zil çaldı. Yerimi tutmak için hızla kafeteryaya yürüdüm. İlk varanlardan biriydim. Genellikle boş olan bir masayı seçtim, ben burada otururken de öyle kalacağı kesindi.
Ailem içeri girip yeni bir yerde tek başıma oturduğumu görünce şaşırmadı. Alice onları uyarmış olmalıydı.
Rosalie yanımdan hiç bakmadan geçti.
Geri zekalı.
Rosalie ile ilişkim hiçbir zaman kolay olmamıştı – onu konuştuğumu duyduğu ilk anda gücendirmiştim ve buradan meyilliydi – ama son birkaç gündür normalden de daha aksi görünüyordu. İç çektim. Rosalie her şeyi kendiyle ilgili yapıyordu.
Jasper yürürken bana yarım gülümsedi.
İyi şanslar , diye düşündü şüpheyle.
Emmett gözlerini devirdi ve kafasını salladı.
Aklını yitirdi, zavallı çocuk .
Alice’in yüzü ışıldıyor, dişleri parlıyordu.
Şimdi Bella’yla konuşabilir miyim??
“Bu işten uzak dur.” diye fısıldadım.
İyi. İnatçı ol. Sadece an meselesi.
Tekrar iç çektim.
Bugünün Biyoloji çalışmasını unutma , diye hatırlattı bana.
Başımı salladım. Hayır, bunu unutmamıştım.
Bella’nın gelmesini beklerken, onu Jessica ile kafeteryaya yürüken arkalarından yürüyen bir birinci sınıfın gözlerinden takip ettim. Jessica dansla ilgili lak lak ediyordu; ama Bella cevap olarak hiçbir şey söylemedi. Jessica ona pek şans vermediğinden değil.
Kapıdan içeri girdiği anda gözleri kardeşlerimin oturduğu masaya kaydı. Bir an baktı, sonra alnı kırıştı ve gözlerini yere indirdi. Beni burada fark etmemişti.
Çok… üzgün görünüyordu. Yanına gidip onu bir şekilde rahatlatmak için çok güçlü bir arzu hissettim, sadece neyi rahatlatıcı bulacağını bilmiyordum. Böyle görünmesine neyin sebep olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Jessica dans hakkında konuşmaya devam etti. Bella kaçıracağı için mi üzgündü? Bu pek olası gelmiyordu…
Ama buna çözüm bulunabilirdi, eğer isteseydi.
Öğle yemeği için sadece bir içecek aldı. Bu doğru muydu? Bundan daha fazla besine ihtiyacı yok muydu? Bir insanın beslenme düzenine daha önce hiç dikkat etmemiştim.
İnsanlar çileden çıkarıcı derecede kırılgandı! Endişelenecek milyonlarca farklı şey vardı…
“Edward Cullen yine sana bakıyor.” dediğini duydum Jessica’nın. “Acaba bugün niye yalnız oturuyor?”
Jessica’ya minnettardım – şimdi daha da dargın olmasına rağmen – çünkü Bella başını kaldırdı ve gözleri benimkiyle buluşana kadar etrafı taradı.
Şimdi yüzünde hiç üzüntü izi yoktu. Kendime, okuldan erken ayrıldığımı düşündüğü için üzüldüğüne dair umutlanma izni verdim ve bu umut beni gülümsetti.
Parmağımla bana katılmasını işaret ettim. O kadar şaşkın görünüyordu ki onunla tekrar alay etmek istedim.
Göz kırptım ve ağzı yine şaşkınlıkla açıldı.
“Seni mi kastetti?” diye sordu Jessica kaba bir şekilde.
“Belki Biyoloji ödeviyle ilgili yardıma ihtiyacı vardır.” dedi alçak, emin olmayan bir sesle. “En iyisi gidip ne istediğine bakayım.”
Bu başka bir evetti.
Tamamen düz döşemeden başka hiçbir şey olmamasına rağmen bana doğru gelirken iki kere sendeledi. Gerçekten bunu daha önce nasıl kaçırmıştım? Sanırım sessiz düşüncelerine daha çok dikkat ediyordum… Başka ne kaçırmıştım?
Dürüst ol, hafif ol , dedim tekrar tekrar kendime.
Karşımdaki sandalyenin arkasında durdu, tereddüt etti. Derin bir nefes aldım, bu sefer ağzımdan değil burnumdan.
Yanmayı hisset , diye düşündüm.
“Bugün niye benimle oturmuyorsun?” diye sordum ona.
Bana bakarak sandalyeyi çekti ve oturdu. Gergin görünüyordu; ama fiziksel kabulü başka bir evetti.
Konuşmasını bekledim.
Sonunda “Bu tuhaf.” dedi.
“Pekâlâ…” Tereddüt ettim. “Cehenneme gidiyor olduğum sürece, bunu doğru düzgün yapabileceğime karar verdim.”
Bana bunu ne söyletmişti? En azından dürüsttü ve belki de sözlerimin içerdiği açık uyarıyı duymuştu. Belki kalkıp yürüyebileceği en hızlı şekilde yürüyerek buradan uzaklaşması gerektiğini anlardı.
Kalkmadı. Bana bakarak bekledi, sanki cümlemi yarım bırakmışım gibi.
“Ne demek istediğin hakkında hiçbir fikrim yok.” dedi ben devam etmeyince.
Rahatladım ve gülümsedim.
“Biliyorum.”
Arkasından doğru bana bağıran düşünceleri duymazdan gelmek zordu – ve zaten konuyu değiştirmek istiyordum.
“Sanırım arkadaşların seni çaldığım için bana kızgınlar.”
Bu onu endişelendirmiş gibi gözükmedi. “Atlatırlar.”
“Seni geri vermeyebilirim ama.” Dürüst olmaya mı, yoksa dalga geçmeye mi çalıştığımı bilmiyordum bile. Onun yakınında olunca düşüncelerime mana veremiyordum.
Bella yüksek sesle yutkundu.
Yüz ifadesine güldüm. “Kaygılı görünüyorsun.” Bu gerçekten komik olmamalıydı… Kaygılanmalıydı.
“Hayır.” Kötü bir yalancıydı; sesinin çatlaması da yardımcı olmadı. “Şaşkınım aslında… Tüm bunların sebebi ne?”
“Sana söyledim,” diye hatırlattım. “Senden uzak durmaya çalışmaktan yoruldum. O yüzden pes ettim.” Biraz çabayla gülümsememi yerinde tuttum. Bu iyi gitmiyordu – aynı anda hem dürüst hem de normal davranmak.
“Pes mi ettin?” diye tekrarladı şaşırarak.
“Evet – iyi olmaya çalışmaktan vazgeçtim.” Ve görüşüne göre, normal olmaya çalışmaktan da vazgeçmiştim. “Artık yapmak istediğimi yapacağım ve işleri kendi haline bırakacağım.” Bu yeterince dürüsttü. Bencilliğimi görmesine izin ver. Bunun onu uyarmasına da.
“Beni yine kaybettin.”
Durumun bu olmasına sevinecek kadar bencildim. “Seninle konuşurken hep çok şey söylüyorum – problemlerden biri bu.”
Kalanıyla karşılaştırılınca oldukça önemsiz bir problem.
“Merak etme,” diye güvence verdi bana. “Hiçbirini anlamıyorum.”
İyi. O zaman kalacaktı. “Ben de buna güveniyorum zaten.”
“O zaman, şimdi arkadaş mıyız?”
Düşündüm. “Arkadaş…” diye tekrarladım. Kulağa geliş biçimini beğenmemiştim. Yeterli değildi.
“Ya da değil,” diye mırıldandı utanmış gözükerek.
Onu o kadar sevmediğimi mi düşünmüştü?
Gülümsedim. “Deneyebiliriz sanırım; ama seni uyarıyorum, ben senin için iyi bir arkadaş değilim.”
Cevabını bekledim, ikiye yırtılarak – sonunda duyup anlamasını diledim, eğer anlarsa ölebileceğimi düşündüm. Ne kadar duygusal. Bu derece insana dönüşüyordum.
Kalp atışları hızlandı. “Bunu çok söylüyorsun.”
“Evet, çünkü beni dinlemiyorsun,” dedim yine çok gergin bir şekilde. “Hala inanmanı bekliyorum. Eğer zekiysen benden kaçarsın.”
Ah; ama eğer denerse kaçmasına izin verir miydim?
Gözleri kısıldı. “Sanırım zeka düzeyimle ilgili fikrini de açıklığa kavuşturdun.”
Neyi kastettiğinden emin değildim; ama kazara onu gücendirdiğimi tahmin ederek özür dilercesine gülümsedim.
“O zaman,” dedi yavaşça. “Ben… akıllı olmadığım sürece, arkadaş olmayı deneyecek miyiz?”
“Kulağa doğru geliyor.”
Elindeki limonata şişesine dalgınlıkla baktı.
Eski merak bana işkence etti.
“Ne düşünüyorsun?” diye sordum – sonunda bunu sesli sorabilmek büyük bir rahatlıktı.
Bana baktı ve yanakları açık pembe renge gelirken soluk alıp verişi hızlandı.
Havadan bunu tadarak derin bir nefes aldım.
“Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.”
Panik vücudumdan geçerken, gülümsememi yerinde tutup yüz hatlarımı olduğu şekilde kilitledim.
Tabii ki bunu merak ediyordu. Aptal değildi. Bu kadar açık bir şeyin farkında olmamasını umamazdım.
“Şansın yaver gidiyor mu?” diye sordum sesi tonumu olabilecek en normal düzeyde tutarak.
“Pek değil.”
Ani rahatlıkla güldüm. “Teorilerin neler?”
Ne sonuca varmış olursa olsun, gerçekten daha kötü olamazdı.
Yanakları parlak kırmızıya döndü ve bir şey söylemedi. Havada bunun sıcaklığını hissedebiliyordum.
İkna edici ses tonumu kullanmayı denedim, insanlar üzerinde işe yarıyordu.
“Bana söylemez misin?” Cesaret verici şekilde gülümsedim.
Kafasını salladı. “Çok utanç verici.”
Ugh. Bilmemek her şeyden kötüydü. Tahminleri niye onu utandırıyordu? Bilmemeye dayanamıyordum.
“Bu gerçekten sinir bozucu, biliyor musun?”
Şikayetim onda bir şeyi ateşledi. Gözlerinde aniden şimşekler çaktı ve kelimeler dudaklarından normalden daha hızlı döküldü.
“Hayır. Bunun niye rahatsız edici olduğunu hayal edemiyorum. Bütün bu zaman boyunca geceleri senin uykularını kaçırma amaçlı üstü kapalı laflar söyleyen birine, senin düşüncelerini söylememen niye sinir bozucu olsun ki?”
Haklı olduğunu anladığımda üzülüp, kaşlarımı çattım. Adil davranmıyordum.
Devam etti. “Ya da, diyelim ki o kişi pek çok garip şey yaptı –imkansız koşullar altında hayatını kurtarmaktan, ertesi gün sana toplum dışı biriymişsin gibi davranmaya kadar… ve söz verdikten sonra bile bunların hiçbirini açıklamadı. Bunlar da gerçekten hiç sinir bozucu değil, değil mi?”
Bu şimdiye kadar yaptığını duyduğum en uzun konuşmaydı ve bana listeme eklemek üzere yeni bir nitelik verdi.
“Biraz sinirli birisin değil mi?”
“Çifte standartlardan hoşlanmıyorum.”
Tabii ki, sinirinde tamamen adildi.
Onun yanında nasıl doğru herhangi bir şey yapabileceğimi düşünerek Bella’ya baktım, Mike Newton’ın kafasındaki sessiz bağırış dikkatimi dağıtana kadar.
O kadar hiddetliydi ki gülmemi sağladı.
“Ne?” diye sordu.
“Erkek arkadaşın seni rahatsız ettiğimi düşünüyor – gelip kavgamızı ayırıp ayırmama konusunda kendiyle tartışıyor.” Denemesini görmeyi çok isterdim.
Tekrar güldüm.
“Kimden bahsettiğini bilmiyorum.” dedi buz gibi bir sesle. “Ama her halükarda yanıldığından eminim.”
Onu sahiplenmeyişinden çok keyif aldım.
“Ben değilim. Sana söyledim, pek çok insanı okumak kolaydır.”
“Benim dışımda tabii ki.”
“Evet, senin dışında.” Her şeyin istisnası olmak zorunda mıydı? Şimdi uğraşmak zorunda kaldığım her şeyi düşünürsek zihninden en azından bir şey duysam daha adil olmaz mıydı? Çok şey mi istiyordum? “Niye olduğunu merak ediyorum.”
Gözlerine baktım, tekrar deneyerek.
Uzağa baktı. Limonatasını açtı ve gözleri masada, bir yudum aldı.
“Aç değil misin?” diye sordum.
“Hayır.” Aramızdaki boş masaya baktı. “Sen?”
“Hayır, değilim.” dedim. Kesinlikle değildim.
Dudaklarını bükerek masaya baktı. Bekledim.
“Bana bir iyilik yapabilir misin?” diye sordu aniden tekrar bana bakarak.
Benden ne isteyecekti? Söylemeye iznim olmayan gerçeği – hiç öğrenmesini istemediğim gerçeği – sorar mıydı?
“Bu ne istediğine bağlı.”
“Çok bir şey değil.” diye söz verdi.
Yine merakla bekledim.
“Merak ediyordum da…” dedi yavaşça, limonata şişesine bakıp serçe parmağını kapağın etrafında gezdirirken. “Acaba bir daha beni kendi iyiliğim için görmezden gelmeye karar verdiğin zaman beni uyarabilir misin? Böylece kendimi hazırlayabilirim.”
Uyarı mı istiyordu? O zaman tarafımdan görmezden gelinmek mutlaka kötü bir şey olmalıydı… Gülümsedim.
“Kulağa adil geliyor.” diye kabul ettim.
“Teşekkürler.” dedi yukarı bakarak. Yüzü o kadar rahatlamış görünüyordu ki kendi rahatlamama gülmek istedim.
“O zaman karşılığında bir cevap alabilir miyim?” diye sordum umutla.
“Bir tane.”
“Bana bir teorini söyle.”
Kızardı. “O değil.”
“Sınır koymadın, sadece bana bir cevap için söz verdin.”
“Ve sen de sözünde durmadın.”
Beni burada yakalamıştı.
“Sadece bir teori – gülmeyeceğim.”
“Evet güleceksin.” Bununla ilgili herhangi bir şeyin komik olabileceğini hayal edemememe rağmen çok emin gözüküyordu.
İkna edici olmayı bir daha denedim. Gözlerinin derinliklerine baktım – zaten çok derin oldukları için kolaydı – ve fısıldadım. “Lütfen?”
Gözlerini kırpıştırdı ve yüzü ifadesizleşti.
Pekâlâ, bu üzerinde çabaladığım tepki değildi.
“Ee, ne?” diye sordu. Başı dönmüş gibi görünüyordu. Ne sorunu vardı?
Ama henüz pes etmiyordum.
“Lütfen bana sadece bir küçük teorini söyle,” diye rica ettim, gözlerine bakarak, yumuşak ve korkutucu olmayan sesimle.
Beni şaşırtıp tatmin ederek, sonunda işe yaradı.
“Iı, peki, radyoaktif bir örümcek tarafından ısırılmış olabilir misin?”
Çizgi romanlar? Güleceğimi düşünmesine şaşmamalıydı.
“Pek de yaratıcı değildi” dedim, rahatlığımı gizlemeye çalışarak.
“Üzgünüm, elimde sadece bu var.”
Bu beni daha da çok rahatlattı. Onunla tekrar dalga geçebilirdim.
“Yaklaşamadın bile.”
“Örümcekler yok mu?”
“Hayır.”
“Ve radyoaktivite?”
“Hiç.”
“Tüh.” diye iç çekti.
“Kriptonit beni rahatsız da etmiyor” dedim çabucak – ısırıklarla ilgili bir şey sormadan önce – ve sonra gülmek zorunda kaldım çünkü bir süper kahraman olduğumu düşünüyordu.
“Gülmemen gerekiyordu hatırladın mı?”
Dudaklarımı birbirine yapıştırdım.
“Önünde sonunda bulacağım.” dedi.
Ve bulduğunda, kaçacaktı.
“Keşke denemesen.” dedim bütün alaycılığım giderek.
“Çünkü…?”
Ona dürüstlük borçluydum. Yine de gülümsemeye çalıştım, sözlerimin daha az tehditkâr çıkması için. “Peki ya bir süper kahraman değilsem? Ya ben kötü adamsam?”
Gözleri biraz büyüdü ve dudakları hafifçe aralandı. “Ah,” dedi. Ve bir saniye geçtikten sonra “Anlıyorum.” dedi.
Beni sonunda duymuştu.
“Anlıyor musun?” diye sordum ıstırabımı saklamaya çalışarak.
“Sen tehlikeli misin?” Soluğu hızlandı ve kalbi yarıştı.
Cevap veremedim. Bu onunla son anım mıydı? Şimdi kaçar mıydı? Gitmeden önce ona, onu sevdiğimi söyleyebilir miydim? Yoksa bu onu daha çok mu korkuturdu?
“Ama kötü değilsin,” diye fısıldadı duru gözlerinde hiç korku olmadan kafasını sallayarak. “Hayır, kötü olduğuna inanmıyorum.”
“Yanılıyorsun.”
Tabii ki kötüydüm. O beni hak ettiğimden daha iyi düşünüyor diye şimdi keyif almıyor muydum? Eğer iyi biri olsaydım, ondan uzak dururdum.
Elimi masanın karşısına uzatıp limonata şişesini aldım. Aniden yakınında olan elimden geri çekilmedi. Benden gerçekten korkmuyordu. Daha değil.
Kapağı bir topaç gibi döndürüp, Bella’nın yerine onu izledim. Düşüncelerim bir kargaşa içindeydi.
Kaç Bella, kaç . Kendime sözleri yüksek sesle söyletemedim.
Ayaklarının üzerine zıpladı. Tam ben bir şekilde sessiz uyarımı duyduğundan endişelenmeyi başlamışken “Geç kalacağız.” dedi.
“Ben sınıfa gitmeyeceğim.”
“Niye?”
Çünkü seni öldürmek istemiyorum. “Arada sırada dersleri asmak sağlıklıdır.”
Açık olmak gerekirse, vampirlerin, insan kanı döküleceği günlerde okulu asması sağlıklıydı. Bay Banner bugün kan grubu ölçümü yapacaktı. Alice sabahki dersini asmıştı.
“Peki, ben gidiyorum.” dedi. Bu beni şaşırtmadı. Sorumluluk sahibiydi – her zaman doğru şeyi yapıyordu.
Benim tam tersimdi.
“Sonra görüşürüz o zaman,” dedim yine normal gözükmeye çalışıp dönen kapağa bakarak. Ve, bu arada sana tapıyorum… korkunç, tehlikeli şekillerde.
Tereddüt etti ve bir anlığına benimle kalacağını umdum; ama zil çaldı ve aceleyle gitti.
Gözden kaybolana kadar bekledim ve sonra kapağı cebime koydum – bu en önemli konuşmamızdan bir hatıra – ve yağmurun içine arabama doğru ilerledim.
En sevdiğim sakinleştirici CD’yi koydum – o ilk gün dinlediğim CD – ama Debussy’nin notalarını uzun süre duymadım. Kafamda başka notalar çalıyordu, hoşuma giden ve ilgimi çeken bir melodinin parçaları. Teybi kapattım ve kafamdaki müziği dinledim, çarpıcı bir armoniye gelişene kadar çaldım. İçgüdüsel olarak, parmaklarım havadaki hayali piyano tuşları üzerinde hareket ediyordu
Dikkatim iç bir ızdırap dalgası tarafından çekildiğinde, yeni bir beste gerçekten geliyordu.
İleri doğru baktım.
Bayılacak mı? Ne yapacağım? diye düşündü Mike panikle.
Yüz yarda ileride, Mike Newton Bella’nın yumuşak vücudunu kaldırıma doğru alçaltıyordu. Islak betona tepkisizce çöktü, gözleri kapalıydı, rengi bir ceset gibi griydi.
Neredeyse arabanın kapısını söküyordum.
“Bella?” diye bağırdım.
Adını haykırdığımda cansız yüzünde hiçbir değişiklik olmadı.
Bütün vücudum buzdan daha da çok soğuk hale geldi.
“Sorun ne – incindi mi?” diye sordum Mike'ın düşüncelerini odaklamaya çalışarak. İnsan adımlarıyla yürümek zorunda olmak delirticiydi. Yaklaşırken dikkati üzerime çekmemeliydim.
Sonra kalbinin atışını ve düzenli nefes alıp verişini duydum. Onu izlerken, gözlerini daha da sıkı kapattı. Bu paniğimin bir kısmını yok etti.
Mike’ın zihninden hızla geçen anıları gördüm, Biyoloji sınıfından resimler. Bella’nın yüzü masamızda, beyaz teni yeşile dönerken. Beyaz kartların üzerinde kırmızı damlalar…
Kan grubu ölçümü.
Olduğum yerde durdum, nefesimi tuttum. Kokusu bir şeydi, akan kanı tamamen başka bir şey.
“Sanırım bayıldı.” dedi Mike, aynı anda endişeli ve içerlemiş bir şekilde. “Ne olduğunu bilmiyorum, parmağını deldirmedi bile.”
Rahatladım ve tekrar nefes aldım. Ah, Mike Newton’un küçük yarasından akan kanın kokusunu alabiliyordum. Eskiden, bu beni çekebilirdi.
Mike müdahaleme sinirli bir şekilde yanımda sallanırken Bella’nın yanında diz çöktüm.
“Bella. Beni duyabiliyor musun?”
“Hayır.” diye inledi. “Git başımdan.”
Rahatlık öyle şiddetliydi ki güldüm. O iyiydi.
“Onu hemşireye götürüyordum.” dedi Mike. “Ama daha ileri gidemedi.”
“Ben onu alırım. Sen sınıfta dönebilirsin.” dedim.
Mike’ın dişleri birbirine kenetlendi. “Hayır. Bunu benim yapmam gerekiyor.”
Burada kalıp o zavallıyla tartışmayacaktım.
Ona dokunmayı gereklilik haline getiren durum nedeniyle, heyecanlı ve korkak, yarı-minnettar ve yarı-üzgün halde Bella’yı nazikçe kaldırımdan kaldırdım ve sadace kıyafetlerine dokunarak, vücutlarımız arasında mümkün olduğunca büyük uzaklık bırakarak onu kollarıma aldım. Onu güvenceye almak için acele ediyordum – başka kelimelerle, benden uzağa.
Gözleri birden açıldı, afalladı.
Arkamızdan Mike’ın karşı çıkan bağırışını zor duydum.
“Berbat görünüyorsun.” dedim sırıtarak çünkü zayıf mide ve dönmüş baştan başka hiçbir sorunu yoktu.
“Beni kaldırıma geri bırak.” dedi. Dudakları hala beyazdı.
“Yani, kanın görüntüsünden mi bayıldın?” Daha ironik hale gelebilir miydi?
Gözlerini kapadı ve dudaklarını birbirine bastırdı.
“Ve kendi kanına bile değil.” diye ekledim, sırıtmam genişleyerek.
Ofisin önündeydik. Kapı bir santim açıktı ve onu tekmeleyerek açtım.
Bayan Cope zıpladı. “Aman Tanrım.” diye soludu kollarımdaki külrengi kızı gördüğünde.
“Biyolojide bayıldı.” diye açıkladım, hayal gücü kontrolden çıkmadan önce.
Bayan Cope aceleyle hemşirenin ofisinin kapısını açtı. Bella’nın tekrar açıldı, onu izledi. Bella’yı eski püskü yatağa yatırırken hemşirenin şaşkınlığını duydum. Bella’yı kollarımdan bıraktığım anda odanın diğer tarafına geçtim. Vücudum çok heyecanlı, çok istekliydi, kaslarım gergindi ve zehrim akıyordu.
“Sadece bayıldı.” diye güvence verdim Bayan Hammond’a. “Biyoloji’de kan grubu belirliyorlar.”
Başını salladı, anlamıştı. “Her zaman bir tane olur.”
“Biraz yat tatlım.” dedi Bayan Hammond. “Geçecektir.”
“Biliyorum.” dedi Bella.
“Bu sık sık oluyor mu?” diye sordu hemşire.
“Bazen.” diye itiraf etti Bella.
Kahkahamı öksürük olarak yutturmaya çalıştım.
Bu hemşirenin dikkatini çekmeme neden oldu. “Şimdi sınıfa dönebilirsin.” dedi.
Gözlerine baktım ve kusursuz bir güvenle yalan söyledim. “Onunla kalmam gerekli.”
Hmm. Merak ediyorum da… Ah, peki . Bayan Hammond başını salladı.
Bu onda gayet iyi işe yaramıştı. Niye Bella bu kadar zor olmak zorundaydı.
“Alnın için biraz buz alıp geliyorum canım.” dedi hemşire, gözlerime bakmaktan – normal bir insanın olması gerektiği gibi – rahatsız olarak ve odadan çıktı.
“Haklıydın.” diye inledi Bella gözlerini kapatarak.
Ne kastetmişti? En kötü sonuca zıpladım: uyarılarımı kabul etmişti.
“Genelde öyleyim.” dedim sesimdeki eğlenceyi tutmaya çalışarak; şimdi ekşiydi. “Ama bu sefer hangi konuda?”
“Dersi asmak sağlıklıdır.” diye iç çekti.
Ah, tekrar rahatlık.

Sonra sessizleşti. Sadece yavaşça nefes alıp verdi. Dudakları pembeye dönmeye başlıyordu. Dudağı biraz uyumsuzdu, alt dudağı üstle denkleşmek için biraz kalındı. Dudaklarına bakmak garip hissetmeme neden oldu. Ona yaklaşmak istedim, ki bu iyi bir fikir değildi.
“Orada bir dakikalığına beni korkuttun.” dedim –sesini tekrar duyabilmek için diyaloğu tekrar başlatarak. “Newton’ın cesedini ormana gömmek için sürüklediğini düşündüm.”
“Ha ha” dedi.
“Gerçekten – daha iyi renkli cesetler gördüm.” Bu gerçekten doğruydu. “Cinayetinin intikamını almak zorunda kalacağım için endişelenmiştim.” ve alırdım da.
“Zavallı Mike.” diye iç çekti. “İddiasına varım ki çılgına dönmüştür.”
Hiddet beni çarptı; ama çabucak zaptettim. Endişesi sadece acıdığı içindi. Nazikti. O kadar.
“Benden kesinlikle nefret ediyor.” dedim ona, bu fikirle neşelenerek.
“Bunu bilemezsin.”
“Yüzünü gördüm – söyleyebilirim.”
“Beni nasıl gördün? Dersi astığını sanıyordum.” Yüzü daha iyi gözüküyordu – yarı saydam teninin altındaki yeşil ton silinmişti.
“Arabamdaydım, CD dinliyordum.”
Yüz ifadesi birden değişti, sanki sıradan cevabım onu bir şekilde şaşırtmış gibi.
Bayan Hammond elinde buz torbasıyla geldiğinde gözlerini tekrar açtı.
“Sanırım iyiyim.” dedi Bella ve buz torbasını iterken oturdu. Tabii ki. Kendisiyle ilgilenilmesinden hoşlanmıyordu.
“Bir tane daha var.” dedi Bayan Cope.
Bella ilgi odağı olmaktan kurtulmaya istekli bir şekilde çabucak zıpladı.
“İşte.” dedi buz torbasını Bayan Hammond’a vererek. “Buna ihtiyacım yok.”
Mike Lee Stevens’ı kapıdan içeri soktu. Kan hala Lee’nin elinden akıyordu.
“Ah, hayır. Ofisten çık Bella.”
Şaşkın gözlerle bana baktı.
“Güven bana – çık.”
Döndü ve kapı kapanmadan yakalayıp ofisten aceleyle çıktı. Onu santimler uzakta takip ettim. Sallanan saçı elimi okşadı.
Bana bakmak için döndü.
“Beni gerçekten dinledin.” Bu bir ilkti.
Küçük burnunu buruşturdu. “Kanın kokusunu aldım.”
Ona şaşkınlıkla baktım. “İnsanlar kan kokusunu alamazlar.”
“Eh, ben alabiliyorum –beni hasta eden de bu. Bakır… ve tuz gibi kokuyor.”
Hala ona bakarken yüzüm dondu.
O gerçekten insan mıydı? İnsan gibi gözüküyordu. İnsan gibi yumuşaktı. İnsan gibi kokuyordu –daha iyi aslında. İnsan gibi davranıyordu… bir nevi; ama insan gibi düşünmüyordu ya da cevap vermiyordu.
Başka ne ihtimal vardı?
“Ne?” diye sordu.
“Hiçbir şey.”
O sırada Mike Newton gücenmiş, sert düşünceleriyle bizi odaya girerek bizi böldü.
“Daha iyi görünüyorsun.” dedi ona kaba bir şekilde.
Elim ona bazı görgü kurallarını öğretmek isteyerek seğirdi. Kendime dikkat etmem gerekecekti, yoksa bu iğrenç çocuğu gerçekten öldürecektim.
“Sadece elini cebinde tut.” dedi. Vahşi bir saniyede, bana söylediğini sandım.
“Artık kanamıyor.” diye cevapladı aksi bir şekilde. “Sınıfa geri dönecek misin?”
“Dalga mı geçiyorsun? Eğer gidersem sadece geri dönmek zorunda kalırım.”
Bu çok iyiydi. Onunla olan bütün saatimi kaçıracağımı düşünmüştüm; ama şimdi onun yerine ekstra vakit kazanmıştım. Kendimi hevesli hissettim.
“Evet, sanırım…” diye söylendi. “Ee, bu haftasonu geliyor musun? Kumsala?”
Ah, planları vardı. Öfke beni olduğum yerde dondurdu. Bu bir grup gezisiydi gerçi. Başka öğrencilerin kafasında görmüştüm. Sadece ikisi değildi. Yine de sinirliydim. Kendimi kontrol etmeye çalışarak hareketsizce tezgaha yaslandım.
“Tabii, geleceğimi söylemiştim.”
Yani ona da evet demişti. Kıskançlık, susuzluktan daha çok acı vererek yaktı.
Hayır, bu bir grup gezisiydi, diye ikna etmeye çalıştım kendimi. Sadece arkadaşlarla bir gün geçirecekti. Daha fazlası değil.
“Saat onda babamın dükkanında buluşuyoruz.” Ve Cullen davetli DEĞİL.
“Orada olacağım.”
“Bedende görüşürüz o zaman.”
“Görüşürüz.”
Düşünceleri öfkeyle dolu, sınıfa doğru gitti. O ucubede ne buluyor? Tabii, zengin sanırım. Kızlar onun çekici olduğunu düşünüyor; ama ben bunu göremiyorum. Çok… çok kusursuz. Bahse girerim ki babası hepsinin üzerinde plastik cerrahi denemeleri yapmış. Bu yüzden hepsi çok beyaz ve güzel. Bu doğal değil. Ve bir nevi… korkunç. Bazen bana baktığında, beni öldürmeyi düşündüğüne yemin edebilirim… Ucube…
Mike tamamen haksız değildi.
“Beden.” diye tekrarladı Bella sessizce inleyerek.
Ona baktım ve yine bir şey için üzgün olduğunu gördüm. Niye olduğundan emin değildim; ama Mike ile bir sonraki sınıfına gitmek istemediği açıktı ve bu plana vardım.
Onun yanına gittim ve yüzüne doğru eğildim, teninden yayılan sıcaklığı dudaklarımda hissedebiliyordum. Nefes almaya cesaret edemedim.
“Bunu halledebilirim.” diye mırıldandım. “Git ve soluk görün.”
Dediğimi yaptı, Bayan Cope odaya girip masasına yerleşirken, arkamdaki sandalyelerden birine oturup başını duvara dayadı. Gözleri kapalıyken, tekrar bayılmış gibi görünüyordu. Rengi henüz tamamen dönmemişti.
Sekretere döndüm. Umarı Bella buna dikkat ediyordur, diye düşündüm alayla. Bir insanın vermesi gereken tepki buydu.
“Bayan Cope?” diye sordum tekrar ikna edici sesimi kullanarak.
Kirpikleri titredi ve kalbi hızlandı. Çok genç, kendini toparla! “Evet?”
Bu ilginçti. Shelly Cope’un nabzı hızlandığında, bu beni fiziksel olarak çekici bulduğu içindi, korktuğu için değil. İnsan kadınlarının yanında buna alışmıştım… yine de Bella’nın yarışan kalbi için bu açıklamayı düşünmemiştim.
Bundan oldukça hoşlanmıştım. Çok fazla, hatta. Gülümsedim ve Bayan Cope’un nefes alıp veriş sesi arttı.
“Bella’nın bir sonraki dersi Beden ve yeterince iyi hissettiğini düşünmüyorum. Aslında, onu şimdi eve götürmem gerektiğini düşünüyorum. Onu dersten affedebilir misiniz?” Derinliksiz gözlerine, düşünce aşamasında verdiği hasardan keyif alarak baktım. Mümkün müydü Bella’nın…?
Bayan Cope cevap vermeden önce sesli şekilde yutkundu. “Senin de özüre ihtiyacı var mı Edward?”
“Hayır, Bayan Goff’un dersi, önemsemez.”
Ona pek dikkatimi vermiyordum. Bu yeni ihtimali keşfediyordum.
Hmm. Bella’nın beni diğer insanlar gibi çekici bulduğuna inanmak isterdim; ama Bella ne zaman diğer insanlarla aynı tepkileri vermişti ki? Umutlanmamalıydım.
“Tamam, halloldu. Geçmiş olsun Bella.”
Bella zayıfça başını salladı – biraz abartılı rol yaparak.
“Yürüyebilir misin yoksa seni tekrar taşımamı ister misin?” dedim. Yürümek isteyeceğini biliyordum –aciz olmak istemezdi.
“Yürümeyi tercih ederim.” dedi.
Yine doğru. Bunda gittikçe iyiye gidiyordum.
Bir an dengesini kontrol etmek için tereddüt ederek ayağa kalktı. Kapıyı onun için açtım ve yağmurun içine yürüdük.
Gözleri kapalı olarak, dudaklarında hafif bir gülümsemeyle yüzünü hafif yağmura doğru kaldırmasını izledim. Ne düşünüyordu? Hareketiyle ilgili bir şey garip gözüküyordu ve çabucak bu pozun niye bana yabancı geldiğini anladım. Normal insan kızlar çiseleyen yağmura doğru yüzlerini böyle kaldırmazlardı; normal insan kızlar genelde makyaj yapardı, bu ıslak yerde bile.
Bella hiç makyaj yapmıyordu, yapması da gerekli değildi. Kozmetik sanayisi onun gibi bir tene sahip olmak için uğraşan kadınlar üzerinden milyarlarca dolar kazanıyordu.
“Teşekkürler” dedi şimdi bana gülümseyerek. “Beden dersini kaçırmak için hasta olmaya değer.”
Onunla olan zamanımı uzatmak için neler yapabileceğimi düşünerek kampüse doğru baktım. “Her zaman.” dedim.
“Sen gidiyor musun? Bu cumartesi, yani?” Sesi umutlu çıkmıştı.
Ah, umudu yatıştırıcıydı. Benimle olmak istiyordu, Mike Newton’la değil. Ve evet demek istedim; ama düşünecek pek çok şey vardı. Mesela, bu Cumartesi güneş parlıyor olacaktı…
“Tam olarak nereye gidiyorsunuz?” Sesimi sanki çok bir şey ifade etmiyormuş gibi sıradan tutmaya çalıştım. Mike plaj demişti gerçi. Orada güneş ışığından kaçma şansı pek yoktu.
“La Push’a, First Plajı'na.”
Lanet olsun. İmkansızdı o zaman.
Her neyse, zaten Emmett eğer planlarımızı iptal edersem çok sinirlenirdi.
Alayla gülerek ona baktım. “Davet edildiğimi hiç sanmıyorum.”
İç çekti, çoktan pes etmişti. “Demin seni davet ettim.”
“Sen ve ben zavallı Mike’ı bu hafta daha fazla zorlamayalım. Kırılmasını istemeyiz.” Zavallı Mike’ı kendim kırmayı düşündüm ve bu resimden son derece büyük bir keyif aldım.
“Mike-schmike” dedi tekrar reddeden bir ifadeyle. Genişçe gülümsedim.
Ve sonra benden uzağa yürümeye başladı.
Hareketim hakkında düşünmeden, uzandım ve onu yağmurluğunun arkasından yakaladım. Aniden durdu.
“Nereye gittiğini sanıyorsun?” Beni bırakıp gittiği için neredeyse kızgındım. Onunla yeterinde vakit geçirmemiştim. Gidemezdi, şimdi değil.
“Eve gidiyorum.” dedi bunun beni sinirlendirmesine şaşırarak.
“Seni eve sağ sağlim götüreceğime dair söz verdiğimi duymadın mı? Bu durumda sana araba kullandırır mıyım?” Bundan hoşlanmayacağını biliyordum; ama her halükarda Seattle seyahati için pratik yapmam gerekiyordu, ona o kadar yakın olup olamayacağımı görmem. Bu daha kısa bir yolculuktu.
“Ne varmış durumda?” diye sordu. “Ve kamyonetim ne olacak?”
“Alice okuldan sonra evine bırakır.” İleri yürümenin yeterince zor olduğunu bildiğim için, onu arabama doğru yavaşça çektim.
“Bırak gideyim!” dedi, yolunu değiştirirken neredeyse düşüyordu. Onu yakalamak için bir elimi uzattım; ama gerek kalmadan kendini doğrulttu. Ona dokunmak için bahane arıyor olmamalıydım.
Arabanın yanında onu bıraktığımda kapıya takıldı. Denge problemini düşünülürse, daha dikkatli olmak gerekliydi.
“Çok ısrarcısın!”
“Kapı açık.”
Kendi tarafıma bindim ve arabayı çalıştırdım. Yağmur hızlanmasına ve soğuk ile ıslağı sevmediğini bilmeme rağmen, vücudunu hala dışarıda, dik tuttu. Su gür saçlarını sırılsıklam ediyor, neredeyse siyah olacak kadar koyulaştırıyordu.
“Tamamen kendimi eve götürebilecek durumdayım!”
Tabii ki öyleydi –Sadece, ben onun gitmesine izin verecek durumda değildim.
Penceresini aşağıya indirdim ve ona doğru eğildim. “İçeri gir Bella.”
Gözleri kısıldı ve kendi kendine koşarak kaçıp kaçmamayı tartıştığını tahmin ettim.
“Seni geri sürüklerim.” dedim, gerçekten bunu kastettiğimi anladığında yüzündeki hayal kırıklığıyla eğlenerek.
Çenesi havada, kapıyı açtı ve arabaya bindi. Saçından deriye su damladı ve botları gıcırdadı.
“Bu tamamen gereksiz.” dedi soğukça. Gücenikliğinin altında utanmış olduğunu düşündüm.
Rahatsız olmasın diye ısıtıcıyı açtım ve müziği iyi bir arkaplan seviyesine ayarladım. Gözümün kenarından onu izleyerek arabayı çıkışa doğru sürdüm. Alt dudağı inatçı bir şekilde çıkıntılık yapıyordu. Bana nasıl hissettirdiğini düşünerek bunu izledim…
Aniden teybe baktı ve gözleri büyüyerek gülümsedi. “Clair de Lune?” diye sordu.
Bir klasik fanı? “Debussy’yi biliyor musun?”,
“Pek iyi değil.” dedi. “Annem evde çok fazla klasik müzik çalar – sadece favorilerimi biliyorum.”
“Bu benim de favorilerimden biri.” Bunu düşünerek gözlerimi yağmura diktim. Gerçekten o kızla bir ortak noktamız vardı. Her yönden zıt olduğumuzu düşünmeye başlamıştım.
Yağmura benim gibi görmeyen gözlerle bakarken daha çok rahatlamış gibi gözüküyordu. Anlık dikkat dağınıklığını nefes almayı denemek için kullandım.
Burnumdan dikkatlice soludum.
Şiddetli.
Direksiyonu daha sıkı kavradım. Yağmur onun daha güzel kokmasını sağlamıştı. Bunun mümkün olduğunu hiç düşünmemiştim. Aptalca bir şekilde, birden bire tadını hayal ediyordum.
Boğazımdaki alevlere karşı yutkunmayı ve başka bir şey düşünmeyi denedim
“Annen nasıl biri?” diye sordum dikkatimi dağıtmak için.
Bella gülümsedi. “Bana çok benzer; ama benden daha güzel.”
Bundan şüpheliydim.
“Benim içimde çok fazla Charlie var.” diye devam etti. “Annem benden daha dışa dönük ve daha cesur.”
Bundan da şüpheliydim.
“Sorumsuz ve biraz acayipt ve tahmin edilemez bir aşçı. O benim en iyi arkadaşım.” Sesi melankolikleşti; alnı kırıştı.
Yine, bir çocuktan çok, ebeveyn gibi konuşmuştu.
Nerede yaşadığını bilip bilmemem gerektiğini çok geç düşünürken, evinin önünde durdum. Hayır, bu böyle küçük bir kasabada şüphe çekmezdi.
“Kaç yaşındasın Bella?” Sınıf arkadaşlarından daha büyük olmalıydı. Belki okula geç başlamıştı, ya da geride kalmıştı… bu pek mümkün değildi gerçi.
“On yedi yaşındayım.” diye cevapladı.
“On yedi gibi gözükmüyorsun.”
Güldü.
“Annem hep otuz beş yaşında doğduğumu ve her geçen yıl daha da orta yaşlı birine dönüştüğümü söyler.” Tekrar güldü ve sonra iç çekti. “Birinin yetişkin olması gerek.”
Bu beni aydınlatmıştı. Artık görebiliyordum… sorumsuz annenin Bella’nın olgunluğunu açıklamaya yardım ettiğini. Bakıcı olmak için erken büyümesi gerekmişti. Kendisiyle ilgilenilmesini sevmemesinin sebebi buydu –bunun kendi işi olduğunu hissediyordu.
“Sen de bir lise öğrencisi için küçük gözükmüyorsun.” dedi, beni dalgınlığımdan uyandırarak.
Yüzümü buruşturdum. Onunla ilgili farkında vardığım her şey için, o da çok fazla şey fark ediyordu. Konuyu değiştirdim.
“Annen niye Phil’le evlendi?”
Cevap vermeden önce bir dakika tereddüt etti. “Annem… kendi yaşına göre çok genç. Phil’in ona daha da genç hissettirdiğini düşünüyorum. Nasıl oluyorsa, annem onun için deli oluyor.” Başını anlayışla salladı.
“Onaylıyor musun?” diye merakla sordum.
“Fark eder mi?” diye sordu. “Onun mutlu olmasını istiyorum… ve Phil onun istediği kişi.”
Karakteriyle ilgili öğrendiklerime çok iyi uymasaydı, yorumundaki özveri beni şok ederdi.
“Bu çok asilce… Merak ediyorum da…”
“Ne?”
“Acaba annen de sana inceliği gösterir miydi? Seçimin ne olursa olsun?”
Bu gülünç bir soruydu ve sorarken sesimi sıradan tutamamıştım. Birinin beni kızı için onaylayacağını düşünmek bile ne kadar aptalcaydı. Bella’nın beni seçeceğini düşünmek bile ne kadar aptalcaydı.
“Sa-sanırım.” diye kekeledi bakışıma bir şekilde tepki vererek. Korku… ya da çekim?
“Ama sonuçta ebeveyn olan o. Bu biraz farklı.” diye bitirdi.
Alayla gülümsedim. “Seçtiğin kişi korkunç olmasın o zaman.”
Bana sırıttı. “Korkunç derken neyi kastediyorsun? Her yerinde küpeler ve kocaman dövmeler olan biri mi?”
“Sanırım tanımlardan biri bu.” Benim aklımdakine göre çok tehlikesiz bir tanım.
“Senin tanımın ne?”
Her zaman yanlış soruları soruyordu ya da belki tamamen doğru soruları. Cevap vermek istemediklerimi, her nasılsa.
“Sence ben korkunç olabilir miyim?” diye sordum, biraz gülümsemeye çalışarak.
Ciddi bir sesle cevap vermeden önce düşündü. “Hmm… Bence olabilirsin, eğer istersen.”
Ben de ciddiydim. “Şimdi benden korkuyor musun?”
Bu seferkini düşünmeden, anında cevapladı. “Hayır.”
Daha kolaylıkla gülümsedim. Tamamen gerçeği söylediğini düşünmüyordum; ama gerçekten yalan söylediğini de düşünmüyordum. En azından gitmek isteyecek kadar korkmuyordu. Eğer bu konuşmayı bir vampirle yaptığını söyleseydim nasıl hissedeceğini merak ettim. Hayali tepkisinden korktum.
“O zaman, şimdi sen de bana kendi ailenden bahsedecek misin? Mutlaka benimkinden daha ilginç bir hikaye olmalı.”
En azından daha korkutucu.
“Ne öğrenmek istiyorsun?” diye sordum ihtiyatla.
“Cullen’lar seni evlatlık mı aldılar?”
“Evet.”
Tereddüt etti, sonra alçak bir sesle konuştu. “Annene ve babana ne oldu?”
Bu çok zor değildi; ona yalan söylemek zorunda bile kalmayacaktım. “Çok uzun zaman önce öldüler.”
“Üzgünüm.” diye mırıldandı, beni incitmekten endişelenerek.
Benim için endişeleniyordu.
“Onları pek iyi hatırlamıyorum.” diye güvence verdim. “Carlisle ve Esme uzun zamandır benim annem ve babam.”
“Ve onları seviyorsun.”
Gülümsedim. “Evet. Daha iyi iki kişi düşünemiyorum.”
“Çok şanslısın.”
“Biliyorum.” Bir konuda, ebeveyn konusunda olan şansım inkar edilemezdi.
“Ve kardeşlerin?”
Eğer daha fazla ayrıntı için zorlamasına izin verirsem, yalan söylemek zorunda kalacaktım. Saate bir bakış attım ve onunla olan vaktimin bittiğini görünce hevesim kırıldı.
“Kardeşlerim, eğer yağmurun altında beni beklemek zorunda kalırlarsa bayağı sinirlenecekler.”
“Ah, affedersin. Sanırım gitmen gerekli.”
Hareket etmedi. Birlikte olan zamanımızın bitmesini o da istemiyordu. Bundan çok, çok hoşlandım.
“Muhtemelen Şef Swan eve gelmeden önce kamyonetini istersin, böylece ona Biyoloji olayını anlatmana gerek kalmaz.” Kollarımdaki utancını hatırlayınca sırıttım.
“Çoktan duyduğundan eminim. Forks’ta hiçbir şey gizli kalmaz.” Kasabanın adını hoşlanmayarak söyledi.
Sözlerine güldüm. Hiçbir şey gizli kalmaz, tabii. “Kumsalda iyi eğlenceler.” Uzun sürmeyeceğini bilerek, gittikçe zayıflayan yağmura baktım ve normalden çok daha fazla devam etmesini diledim. “Güneşlenmek için uygun bir hava.” Eh, cumartesiye kadar olacaktı. Bundan keyif alırdı.
“Seni yarın görmeyecek miyim?”
Ses tonundaki üzüntü beni memnun etti.
“Hayır. Emmett ve ben haftasonuna erken başlıyoruz.” Şimdi, plan yaptığım için kendime kızgındım. Onları bozabilirdim… ama bu noktada çok fazla avlanmak diye bir şey yoktu ve ailem ne kadar takıntılı hale dönüştüğümü ortaya çıkarmadan da davranışlarımdan yeterince endişeleneceklerdi.
“Ne yapacaksınız?” diye sordu, sesi mutlu değildi
İyi.
“Keçi Kayalıkları Bölgesi’nde yürüyüşe gideceğiz, Rainier’in güneyinde.” Emmett ayı sezonu için istekliydi.
“Ah, iyi eğlenceler.” dedi gönülsüzce. İsteksizliği beni tekrar memnun etti.
Ona bakarken, geçici bir vedanın düşüncesi dahi neredeyse işkence çekmeme neden oldu. Çok yumuşak ve kolay incinir biriydi. Onun gözümün önünden, başında her şeyin gelebileceği bir yere gitmesine izin vermek çılgıncaydı ama yine de, başına gelebilecek en kötü şeyler, benimle birlikte olmasının sonucu olurdu.
“Bu haftasonu benim için bir şey yapabilir misin?” diye sordum ciddi bir şekilde.
Kafasını salladı, gözleri şaşkındı.
Hafif tut.
“Alınma; ama sen, şu belayı mıknatıs gibi çeken insanlara benziyorsun. O yüzden… okyanusa düşmemeye ya da bir şeylere çarpmamaya çalış olur mu?”
Gözlerimdeki hüznü görmemesini umarak ona gülümsedim. Orada başına ne gelebilecek olursa olsun, ben uzakta olduğum için çok fazla iyi olmamasını ne kadar da çok diliyordum.
Kaç Bella, kaç. Senin ya da benim iyiliğim için, seni çok fazla seviyorum.
Alayıma alındı. Öfkeyle bana baktı. “Elimden geleni yapacağım.” dedi ve kapıyı arkasından çarpabileceği en büyük kuvvetle çarparak yağmurun içine zıpladı.
Tıpkı kaplan olduğuna inanan öfkeli bir kedi yavrusu gibi.
Ceketinin cebinden yeni aldığım anahtarı kavradım ve arabayla uzaklaşırken gülümsedim.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /6.Bölüm (kan grubu )
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /5.Bölüm (Davet)
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /7.Bölüm (Melodi )
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /8.Bölüm (Hayalet)
»  Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /10.Bölüm(Teoriler)
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /11. Bölüm(Sorular)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Özgün Senaryolar :: Twilight-
Buraya geçin: