Özgün Senaryolar
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
Özgün Senaryolar

Özgün Senaryoların Yeri
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

  Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /10.Bölüm(Teoriler)

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
asi_melek
Usta Senarist
Usta Senarist
asi_melek


Mesaj Sayısı : 215
Kayıt tarihi : 03/07/10
Nerden : İstanbul

 Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /10.Bölüm(Teoriler) Empty
MesajKonu: Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /10.Bölüm(Teoriler)    Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /10.Bölüm(Teoriler) EmptyÇarş. Tem. 07, 2010 7:40 pm



10.Bölüm(Teoriler)

“Sadece bir tane daha sorabilir miyim?” diye sordu isteğime cevap vermek yerine.
En kötüsü için endişeliydim ve yine de bu anı uzatmak ne kadar cezbediciydi. Bella’nın, isteğiyle, sadece birkaç saniye daha yanımda olması. İkilem üzerine iç çektim ve sonra “Bir tane.” dedim.
“Peki…,” hangi soruyu soracağına karar verir gibi bir an tereddüt etti. “Kitapçıya girmeyip güneye doğru gittiğimi bildiğini söyledin. Bunu nasıl bildiğini merak ediyorum.”
Ön camdan dışarı baktım. İşte, yine onun tarafından hiçbir şey ele vermeyip, benden çok fazla verecek bir soru.
“Kaçamak cevapları geçtik sanıyordum.” dedi, ses tonu eleştiri ve hayal kırıklığı doluydu.
Ne kadar ironik. Denemeye bile çalışmadan acımasızca kaçamaklıydı.
Eh, açık olmamı istiyordu ve bu konuşma ne olursa olsun iyi bir yere gitmiyordu.
“Tamam o zaman.” dedim. “Kokunu takip ettim.”
Yüzünü izlemek istedim; ama göreceğim şeyden korkuyordum. Onun yerine soluğunun hızlanıp, sonra düzenli hale gelişini dinledim. Bir süre sonra tekrar konuştu ve sesi beklediğimden daha sakindi.
“Ve ilk sorularımdan birini cevaplamadın…” dedi.
Kaşlarımı çatarak ona baktım. O da vakit kazanmaya çalışıyordu.
“Hangisi?”
“Nasıl çalışıyor – zihin okuma yeteneği?” diye sordu. İstediğin kişinin aklını istediğin yerde okuyabiliyor musun? Bunu nasıl yapıyorsun? Ailenin geri kalanı…?” Tekrar kızararak, sorusunu yarıda kesti.
“Bu birden fazla.” dedim.
Cevap bekleyerek bana baktı.
Ve ona niye söylemeyeyim ki? Bunların çoğunu zaten tahmin etmişti ve bu belli belirsiz gözüken konudan daha kolaydı.
“Hayır, sadece ben varım ve istediğim kişiyi istediğim yerde duyamıyorum. Yakın olmam gerekli. Tanıdığım kişilerin… seslerini daha uzaktan duyabiliyorum; ama yine de birkaç milden daha fazla değil.” Anlayacağı şekilde anlatmaya çalıştım. Bağlantı kurabileceği bir benzetme. “Kalabalık bir odanın içinde herkesin aynı anda konuşması gibi bir şey. Sadece bir uğultu – arka planda vızıldayan sesler. Birine odaklandıktan sonra, düşüncelerini net olarak duyabiliyorum. Genelde hepsini arkaya atabiliyorum – çok dikkat dağıtıcı olabiliyorlar. Ve sonra, normal gözükmek daha kolay oluyor,” –Yüzümü buruşturdum – “kazara birinin sözleri yerine düşüncelerine cevap vermediğim zaman.”
“Niye beni duyamadığını düşünüyorsun?” diye sordu.
Ona başka bir gerçek ve başka bir örnek verdim.
“Bilmiyorum.” diye itiraf ettim. “Yapabildiğim tek tahmin belki beyninin diğerleriyle aynı şekilde çalışmıyor olabileceği. Senin düşüncelerin ** dalgasındayken, ben sadece FM dalgasını algılayabiliyormuşum gibi.”
Bu benzetmeden hoşlanmayacağını anladım. Tepkisi hayal etmek beni gülümsetti.
“Beynim doğru çalışmıyor öyle mi?” diye sordu sesi üzüntüyle yükselerek. “Yani ben bir ucubeyim?”
Ah, yine ironi.
“Ben kafamın içinde sesler duyuyorum ve sen ucube olduğundan endişeleniyorsun.” Güldüm. Bütün küçük şeyleri anlıyordu; ama yine de büyük şeylerde geriydi. Her zaman yanlış içgüdüler…
Bella dudağını ısırıyordu ve kaşlarının arasındaki kıvrım derinleşmişti.
“Merak etme,” diye güvence verdim. “Bu sadece bir teori…” Ve ortada tartışılacak daha önemli bir teori vardı. Atlatmak için sabırsızdım.
“Ki bu da bizi tekrar sana yönlendiriyor,” dedim.
İç çekti, hala dudağını ısırarak – kendini inciteceğinden endişelendim – yüzü sıkıntılı, gözlerime baktı.
“Kaçamak cevapları geçmemiş miydik?” diye sordum sessizce.
Bir ikilemle boğuşarak aşağı baktı. Birdenbire dikeldi ve gözleri kocaman açıldı. İlk defa yüzünde korku belirdi.
“Aman Tanrım!” diye soludu.
Panikledim. Ne görmüştü? Onu nasıl korkutmuştum?
Sonra bağırdı. “Yavaşla!”
“Sorun ne?” Dehşetin nereden geldiğini anlayamamıştım.
“Saatte 100 mille gidiyorsun!” Pencereden dışarı baktı ve arkamızdan yarışan karanlık ağaçlardan ürktü.
Bu küçük şey, sadece biraz hız, onun korkuyla bağırmasına mı neden olmuştu?
Gözlerimi devirdim. “Sakin ol Bella.”
“Bizi öldürmeye mi çalışıyorsun?” diye sordu, sesi yüksek ve gergindi.
“Bir yere çarpmayacağız.” diye söz verdim.
Keskin bir nefes aldı ve sonra biraz daha normal bir tonla konuştu. “Niye bu kadar acele ediyorsun?”
“Ben her zaman böyle sürerim.”
Gözlerine baktım ve şoka girmiş ifadesiyle eğlendim.
“Gözlerini yolda tut!” diye bağırdı.
“Daha önce hiç kaza yapmadım Bella. Ceza bile almadım.” Sırıttım ve alnıma dokundum. Bu olayı daha da komik yapıyordu – ona bu kadar garip ve gizli bir şeyle ilgili şaka yapabilmenin gülünçlüğü. “İçinde radar bulucu var.”
“Çok komik,” dedi alayla, sesi korkuludan çok öfkeliydi. “Charlie bir polis, hatırladın mı? Ben trafik kurallarına uymam öğretilerek büyütüldüm. Ayrıca, eğer bir ağaca çarpıp bizi Volvo pestiline çevirirsen, büyük ihtimalle kalkıp yürüyebilirsin.”
“Muhtemelen.” dedim ve neşesizce güldüm. Evet, bir araba kazasında başımızdan farklı şeyler geçerdi. Araba sürme becerilerime rağmen, korkmakta haklıydı… “Ama sen yapamazsın.”
İç çekerek arabayı yavaşlattım. “Mutlu musun?”
Hız göstergesine baktı. “Neredeyse.”
Bu hala ona göre hızlı mıydı? “Yavaş sürmekten nefret ediyorum.” diye mırıldandım; ama yine de iğnenin bir çentik daha inmesine izin verdim.
“Bu mu yavaş?”
“Araba sürüşüme bu kadar yorum yeter.” dedim sabırsızca. Bana sorumu kaç kere tekrarlattıracaktı? Üç kere? Dört? Teorileri o kadar korkunç muydu? Bilmek zorundaydım –hemen. “Hala son teorini bekliyorum.”
Tekrar dudağını ısırdı ve ifadesi üzüntülü, neredeyse acılı bir şekle büründü.
Sabırsızlığıma hakim oldum ve sesimi yumuşattım. Strese girmesini istemiyordum.
“Gülmeyeceğim.” diye söz verdim, bunun onu konuşmaya isteksiz yapan tek utanç olmasını umarak.
“Daha çok bana kızmandan korkuyorum.” diye fısıldadı.
Sesimi normal kalması için zorladım. “O kadar kötü mü?”
“Evet, oldukça.”
Gözlerime bakmayı reddederek aşağı baktı. Saniyeler geçti.
“Devam et.” diye cesaretlendirdim.
Sesi alçaktı. “Nasıl başlayacağımı bilmiyorum.”
“Niye başından başlamıyorsun?” Yemekten önceki sözlerini hatırladım. “Kendi başına varmadığını söylemiştin.”
“Hayır.” diye katıldı ve yine sessizlik oldu.
Ona ilham vermiş olabilecek şeyleri düşündüm. “Nereden başladı – bir kitap? Bir film?”
Evde yokken koleksiyonlarına bakmalıydım. Bram Stoker ya da Anne Rice’ın orada olup olmadığı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
“Hayır.” dedi tekrar. “Cumartesi günü, kumsalda.”
Bunu beklemiyordum. Hakkımızdaki yerel dedikodular hiçbir zaman çok garip ya da çok açık olmamıştı. Kaçırdığım yeni bir söylenti mi vardı? Bella ellerinden bana baktı ve yüzümdeki şaşkınlığı gördü.
“Eski bir aile dostuna rastladım – Jacob Black.” diye devam etti. “Babası ve Charlie benim bebekliğimden beri arkadaş.”
Jacob Black –isim tanıdık değildi ama yine de bana bir şeyi hatırlatıyordu… bir zamanı, çok önce… Ön camdan dışarı bakarak bir bağlantı bulabilmek için anıları gözden geçirdim.
“Babası Quileute büyüklerinden biri.” dedi.
Jacob Black. Ephraim Black. Bir torun, şüphesiz.
Bu olabileceğin en kötüsüydü.
Gerçeği biliyordu.
Araba yolun kıvrımlarının çevresinden uçarken vücudum acıyla katılaşmıştı – arabayı sürmek için gerekli olan otomatik eylemler dışında hareketsiz.
Gerçeği biliyordu.
Ama… eğer gerçeği cumartesi öğrendiyse… o zaman bütün akşam boyunca biliyordu… ve yine de…
“Yürüyüşe çıktık.” dedi. “Bana eski efsanelerden bahsediyordu – korkutmaya çalışıyordu sanırım. Bir tane anlattı…”
Durakladı; ama artık rahatsızlığa gerek yoktu; ne söyleyeceğini biliyordum. Kalan tek gizem onun şimdi niye benimle olduğuydu.
“Devam et.” dedim.
“Vampirlerle ilgili,” dedi, sesi bir fısıltıdan daha alçaktı.
Bir şekilde, kelimeyi sesli söylediğini duymak, bildiğini bilmekten de daha kötüydü. Kulağa geliş biçiminden irkildim ve sonra kendimi tekrar kontrol altına aldım.
“Ve sen de hemen beni mi düşündün?” diye sordum.
“Hayır. O… ailenden bahsetti.”
Ephraim’in kendi soyundan birinin antlaşmayı bozması ne kadar ironikti. Torun, belki de torunun çocuğu. Kaç yıl olmuştu? Yetmiş?
Efsanelere inanan yaşlı adamların tehlike olmadığını anlamalıydım. Tabii ki, genç nesil –uyarılmış; ama bu inançları gülünç bulan nesil – tabii ki, açığa çıkma tehlikesi orada yatıyordu.
Sanırım bu, benim kıyıdaki küçük, savunmasız kabileye saldırmakta serbest olduğum anlamına geliyordu. Ephraim ve koruyuculardan oluşan sürüsü uzun süre önce ölmüştü…
“Sadece gülünç bir batıl inanç olduğunu düşünüyor.” dedi Bella aniden, sesi yeni bir endişeyle dolu olarak. “Bunların hiçbirine inanmamı beklemedi.”
Gözümün kenarından, ellerini zorlukla büktüğünü gördüm.
“Benim hatamdı,” dedi kısa bir duraklamadan sonra ve utanmışçasına başını eğdi. “Onu söylemeye ben zorladım.”
“Niye?” Sesimi normal tutmak artık o kadar zor değildi. En kötü şey zaten olmuştu. Açığa çıkan şeyin detaylarını konuştukça, sonuçlarına gelmemize gerek kalmayacaktı.
“Lauren seninle ilgili bir şey söyledi – beni kızdırmaya çalışıyordu.” Anıyı hatırlayınca yüzünü buruşturdu. Bella’nın birinin benim hakkında konuşması üzerine niye kızacağını merak ettim, hafifçe dikkatim dağıldı… “Çocuklardan bir tanesi de senin ailenin bu bölgeye gelmediğini söyledi; ama söylediklerinin altında başka bir şey kastetmiş gibi geldi. O yüzden Jacob’ı yalnız yakaladım ve onu kandırarak söylemesini sağladım.”
Bunu itiraf ettiğinde başını daha da aşağı eğdi ve yüz ifadesi… suçlu göründü.
Ondan uzağa baktım ve güldüm. O suçlu mu hissediyordu? Herhangi bir çeşit suçlama hak eden ne yapmış olabilirdi ki?
“Nasıl?”
“Flört etmeye çalıştım – tahmin ettiğimden daha çok işe yaradı.” diye açıkladı ve sesi bu başarının anısını düşününce kuşkucu çıktı.
Sadece hayal edebilirdim – tamamen farkında olmadan, erkek her şeye olan cazibesi düşünülürse – eğer çekici olmaya çalışırsa ne kadar karşı konulmaz olacağını. Birdenbire o şüphelenmeyen çocuğa karşı acımayla doldum.
“Bunu görmek isterdim,” dedim ve tekrar kara mizahla güldüm. Çocuğun tepkisini görmeyi dilerdim, harap oluşuna kendim şahit olmayı. “Ve sen beni insanları büyülemekle suçluyorsun – zavallı Jacob Black.”
Açığa çıkmamın sebebi olan oğlana beklediğim kadar sinirli değildim. Bilmiyordu. Ve birinden bu kızın istediği şeyi reddetmesini nasıl bekleyebilirdim? Hayır, sadece onun çocuğun zihnine verdiği hasara acırdım.
Yüz kızarmasının aramızdaki havayı ısıttığını hissettim. Ona bir bakış attım, camdan dışarı bakıyordu. Tekrar konuşmadı.
“Ondan sonra ne yaptın?” diye sordum. Korku hikayesine geri dönme vaktiydi.
“İnternette biraz araştırma yaptım.”
Her zaman pratik. “Ve bu seni ikna etti mi?”
“Hayır.” dedi. “Hiçbir şey uymadı. Çoğu saçmaydı. Ve sonra–”
Tekrar sözünü yarıda bıraktı ve dişlerinin birbirine kenetlendiğini duydum.
“Ne?” diye sordum. Ne bulmuştu? Kabusla ilgili ne ona mantıklı gelmişti?
Kısa bir duraklamadan sonra fısıldadı, “Önemli olmadığına karar verdim.”
Şok yarım saniyeliğine bütün düşüncelerimi dondurdu ve sonra hepsini yerine oturttu. Arkadaşlarıyla kaçmak yerine niye onları uzaklaştırdığını. Niye kaçıp, polis diye bağırmak yerine benim arabama bindiğini.
Tepkileri her zaman yanlıştı – her zaman tamamen yanlıştı. Tehlikeyi kendi çekiyordu. O davet ediyordu.
“Önemli değil mi?” dedim dişlerimin arasından, öfkeyle dolu olarak. Korunmamaya bu kadar… bu kadar... bu kadar kararlı olan birini nasıl koruyacaktım?
“Hayır.” dedi alçak bir sesle. “Ne olduğun benim için önemli değil.”
İnanılmazdı.
“Bir canavar olmama aldırmıyor musun? İnsan olmamama?
“Hayır.”
Niye bu kadar kararlı olduğunu merak etmeye başladım.
Sanırım ona en iyi bakımı ayarlayabilirdim… Carlisle’ın en becerikli doktorlarla, en yetenekli terapistlerle bağlantıları olmalıydı. Belki onunla ilgili ne sorun varsa, bir vampirin yanında kalbinin düzenli ve sakince atmasına neden olan her neyse, onu düzeltmek için bir şeyler yapılabilirdi. Bakımı izlerdim, doğal olarak, ve izinli oldukça onu ziyaret ederdim…
“Öfkelisin.” diye iç çekti. “Hiçbir şey söylememeliydim.”
Sanki bu rahatsız edici eğilimlerini saklamak herhangi birimize yardım edermiş gibi.
“Hayır. Ne düşündüğünü bilmeyi tercih ederim – düşündüğün şey delice olsa bile.”
“Yine haksız mıyım o zaman?” diye sordu biraz savaşçı bir tavırla.
“Kastettiğim şey o değildi!” Dişlerim tekrar birbirine kilitlendi. “’Önemli değil!’” diye tekrarladım
Soluğu kesildi. “Haklı mıyım?”
“Fark eder mi?”
Derin bir nefes aldı. Cevabını öfkeyle bekledim.
“Pek değil.” dedi, sesi tekrar toparlanmıştı. “Ama merak ediyorum.”
Pek değil. Gerçekten önemli değildi. Umurunda değildi. Benim insan olmadığımı, bir canavar olduğumu biliyordu ve bu onun için gerçekten önemli değildi.
Akli dengesi konusundaki endişelerimin yanında, içimde umudun kabardığını hissettim. Onu bastırmaya çalıştım.
“Neyi merak ediyorsun?” diye sordum. Artık sır kalmamıştı, sadece küçük ayrıntılar vardı.
“Kaç yaşındasın?” diye sordu.
Cevabım yerleşmişti ve otomatikti. “On yedi.”
“Peki ne kadar zamandır on yedi yaşındasın?”
Tepeden bakan tonuna gülmemeye çalıştım. “Bir süredir.” diye itiraf ettim.
“Tamam.” dedi, aniden istekle. Bana gülümsedi. Ruh sağlığıyla ilgili endişelenerek ona geri baktığımda daha da genişçe güldü. Yüzümü buruşturdum.
“Gülme,” diye uyardı. “Ama nasıl gündüzleri dışarı çıkabiliyorsun?”
İsteğine rağmen güldüm. Araştırmasında alışılmadık hiçbir şey yakalayamamıştı anlaşılan. “Efsane.” dedim.
“Güneşte yanma?”
“Efsane.”
“Tabutlarda uyuma?”
“Efsane.”
Uyku uzun zamandır hayatımın bir parçası olmamıştı – Bella’nın rüya görüşünü izlediğim bu son gecelere kadar.
“Ben uyuyamam.” diye mırıldandım sorusuna daha geniş cevap vererek.
Bir anlığına sessizdi.
“Hiç mi?”
“Hiç.”
Gür kirpiklerinin altındaki büyük gözlerine baktım ve uyumaya özlem duydum. Daha önceki gibi kayıtsızlık için, sıkıntıdan kaçmak için değil, rüya görmek istediğim için. Belki bilinçsiz olabilirsem, rüya görebilirsem, birkaç saatliğine onunla beraber olabileceğim bir dünyada yaşayabilirdim. O benimle ilgili düş görüyordu. Ben de onunla ilgili görmek istiyordum.
Bana baktı, ifadesi merakla doluydu. Gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım.
Ben onu düşleyemezdim. O beni düşlememeliydi.
“Daha en önemli soruyu sormadın.” dedim, sessiz göğsüm öncekinden daha soğuk ve sert bir halde. Anlamaya zorlanmak zorundaydı. Bir noktada, şimdi ne yapıyor olduğunu anlamak zorundaydı. Bunların hepsinin önemli olduğunu anlamaya zorlanmalıydı – diğer her etkenden daha fazla. Onu sevdiğim gerçeği gibi etkenlerden.
“Hangi soru?” diye sordu şaşırarak.
Bu sadece sesimi daha da sertleştirdi. “Nasıl beslendiğim hakkında endişeli değil misin?”
“Ah. O soru.” Değerlendiremeyeceğim bir tonda konuşmuştu.
“Evet, o soru. Kan içip içmediğimi öğrenmek istemiyor musun?”
Sorumdan irkildi. Sonunda. Anlıyordu.
“Jacob bu konuda bir şey söyledi.” dedi.
“Jacob ne dedi?”
“İnsanları avlamadığınızı söyledi. Ailenin tehlikeli olmaması gerektiğini çünkü sadece hayvanları avladığınızı söyledi.”
“Tehlikeli olmadığımızı mı söyledi?”
“Tam değil. Tehlikeli olmamanız gerektiğini söyledi; ama Quileute’ler sizi hala topraklarında istemiyorlarmış, sadece önlem olarak.”
Düşüncelerim umutsuz bir hırlama içindeyken ve boğazım tanıdık susuzlukla ağrırken yola baktım.
“Yani haklı mıydı?” diye sordu sakince, sanki hava durumu sunuyormuş gibi. “İnsanları avlamama konusunda?”
“Quileute’lerin güçlü hafızaları vardır.”
Düşünceyle başını salladı.
“Bu seni rahatlatmasın.” dedim çabucak. “Bizle mesafelerini korumakta haklılar. Hala tehlikeliyiz.”
“Anlamadım.”
Hayır anlamamıştı. Görmesini nasıl sağlayacaktım?
“Deniyoruz.” dedim. “Genelde yaptığımız şeyde iyiyiz. Bazen hatalar yapıyoruz. Ben, örneğin, kendime seninle yalnız olma izni vererek.”
Kokusu hala arabanın içinde bir kuvvetti. Alışmaya başlıyordum, nerdeyse görmezden gelebiliyordum; ama vücudumun onu hala yanlış nedenden arzuladığını inkar edemezdim. Ağzım zehir içinde yüzüyordu.
“Bu bir hata mı?” diye sordu, sesinde kalp kırıklığı vardı. Sesi beni silahsız bıraktı. O benimle birlikte olmak istiyordu – her şeye rağmen, o benimle olmak istiyordu.
Umut tekrar kabardı ve ben onu geri bastırdım.
“Çok tehlikeli bir tane.” dedim ona dürüstçe.
Bir süre cevap vermedi. Soluk alıp verişinin değiştiğini duydum – korku gibi gelmeyen garip şekillerde aksadı.
“Daha çok şey anlatsana.” dedi aniden, sesi ıstırapla bozulmuştu.
Onu dikkatle inceledim.
Acı çekiyordu. Buna nasıl izin vermiştim?
“Ne öğrenmek istiyorsun?” diye sordum, onu acı çekmekten kurtaracak bir yol düşünmeye çalışarak. İncinmemeliydi. Onun incinmesine izin veremezdim.
“Niye insanların yerine hayvanları avladığınızı söyle.” dedi hala ıstırap içinde.
Besbelli değil miydi? Ya da belki bu da onun için önemli değildi.
“Canavar olmak istemedim.” diye mırıldandım.
“Ama hayvanlar yeterli mi?”
Başka bir karşılaştırma aradım, onun anlayabileceği bir yol. “Emin olamıyorum, tabii ki; ama ben bunu tofu ve soya sütüyle yaşamaya benzetiyorum; kendimize vejetaryen diyoruz, aramızda yaptığımız bir şaka. Açlığı – daha doğrusu susuzluğu – tamamen gidermiyor; ama bize karşı koymak için yetecek kadar güç veriyor. Çoğu zaman.” Sesim alçaldı; onun içinde olmasına izin verdiğim tehlikeden utanıyordum. İzin vermeye devam ettiğim tehlike… “Bazen diğerlerinden daha zor oluyor.”
“Şimdi senin için çok mu zor?”
İç çektim. Tabii ki benim cevap vermek istemediğim soruyu soracaktı. “Evet.” diye itiraf ettim.
Fiziksel tepkisini bu sefer doğru tahmin ettim: nefes alıp verişi düzenli aralıklarlaydı, kalp atışı da düzenini takip ediyordu. Bunu beklemiştim; ama anlayamamıştım. Nasıl olurdu da korkmazdı?
“Ama şimdi aç değilsin.” diye fikrini belirtti, kendinden tamamen emin bir şekilde.
“Niye böyle düşünüyorsun?”
“Gözlerin,” dedi, ses tonu laubaliydi. “Bir teorim olduğunu söylemiştim. Fark ettim ki, insanlar – özellikle erkekler – aç olduklarında daha aksi oluyorlar.”
Tanımlamasına güldüm: aksi. Bu hafif kalıyordu; ama o her zamanki gibi haklıydı. “Dikkatlisin değil mi?” Tekrar güldüm.
Hafifçe gülümsedi, kaşlarının arasındaki kıvrım, sanki bir şeye odaklanıyormuş gibi geri döndü.
“Bu hafta sonu Emmett’le avlanıyor muydunuz?” diye sordu gülüşüm kesildiğinde. Sıradan şekilde konuşması sinir bozucu olduğu kadar büyüleyiciydi de. Bu kadar şeyi kabul edip aşabilir miydi? Ben, şoka girmeye onun gözüktüğünden daha yakındım.
“Evet.” dedim ve sonra burada bırakacakken, restorandaki o garip dürtüyü hissettim: Onun beni tanımasını istiyordum. “Gitmek istemedim,” diye devam ettim, “ama gerekliydi. Susamış değilken senin etrafında olmak biraz daha kolay.”
“Niye gitmek istemedin?”
Derin bir nefes aldım ve gözlerine bakmak için döndüm. Bu çeşit dürüstlük, çok farklı bir şekilde zordu.
“Bu beni… endişelendiriyor.” Sanırım bu kelime yeterliydi, yeterince güçlü olmasa da, “Senden uzak olmak. Geçen perşembe okyanusa düşmemeni ya da bir şeylere çarpmamanı isterken şaka yapmıyordum. Bu gece olanlardan sonra, bütün hafta sonunu bir yerlerine bir şey yapmadan atlatabildiğine şaşırdım.” Sonra avuçlarındaki çizikleri hatırladım. “Eh, tamamen atlatamamışsın.” dedim.
“Ne?”
“Ellerin,” diye hatırlattım.
İç çekti ve yüzünü buruşturdu. “Düştüm.”
Doğru tahmin etmiştim. “Ben de öyle düşünmüştüm.” dedim gülümsememi zaptedemeyerek. “Sanırım, sen olunca çok daha kötü olabilirdi – ve bu ihtimal uzakta olduğum bütün zaman boyunca bana işkence çektirdi. Çok uzun bir üç gündü. Gerçekten Emmett’in sinirlerini bozdum.” Açıkçası, bu geçmiş zamana ait değildi. Muhtemelen hala Emmett’i ve ailemin kalanını da rahatsız ediyordum. Alice dışında…
“Üç gün?” diye sordu, sesi aniden keskinleşmişti. “Sen dün gelmedin mi?”
Sesindeki tonu anlayamadım. “Hayır, pazar günü döndük.”
“O zaman niye hiçbiriniz okulda değildiniz?” diye sordu. Öfkesi kafamı karıştırdı. Bu sorunun mitolojiyle ilişkili bir soru olduğunu anlamış gözükmüyordu.
“Güneşin bana zarar verip vermediğini sordun ve vermiyor,” dedim. “ama güneş ışığında dışarı çıkamam, en azından, insanların beni görebileceği yerlerde değil.”
Bu gizemli rahatsızlığından dikkatini dağıttı. “Niye?” diye sordu kafasını yana eğerek.
Bu sefer açıklamak için uygun bir benzetme bulabileceğimden şüpheliydim. O yüzden ona sadece “Bir ara gösteririm.” dedim ve sonra bunun ileride bozacağım bir söz olup olmadığını merak ettim. Onu tekrar görecek miydim, bu geceden sonra? Henüz, onu bırakmaya katlanacak kadar onu seviyor muydum?
“Beni arayabilirdin.” dedi.
Ne kadar garip bir netice. “Ama güvende olduğun biliyordum.”
“Ama ben, senin nerede olduğunu bilmiyordum. Ben–” Aniden durdu ve ellerine baktı.
“Ne?”
“Bundan hoşlanmıyorum,” dedi utangaç bir şekilde, yanakları kızararak. “Seni görmemeyi. Bu beni de endişelendiriyor.”
Şimdi mutlu musun? diye sordum kendime. Eh, işte umutlanmamın hediyesi buydu.
En çılgın hayallerimin gerçekten çok uzak olmadığını anladığımda, sersemlemiştim, sevinmiştim, dehşete düşmüştüm – daha çok dehşete düşmüştüm – Bir canavar olmamın onun için önemli olmamasının sebebi buydu. Kuralların artık benim için bir önemi olmamasıyla tamamen aynı sebeptendi. Artık doğru ve yanlışın bir etki yapmamasıyla, bütün önceliklerimin bir sıra aşağı inip en üstte bu kıza yer açmalarıyla aynı sebep.
Bella da bana önem veriyordu.
Onu nasıl sevdiğimle karşılaştırılamayacağını biliyordum; ama burada benimle oturmak için hayatını tehlikeye atmasına yeterliydi, bunu gayet memnun bir şekilde yapmasına.
Eğer doğru şeyi yapıp onu bırakırsam acı çekmesine yetecek kadar.
Artık onu incitmeden yapabileceğim hiçbir şey yok muydu? Hiçbir şey?
Uzak durmalıydım. Forks’a hiç geri dönmemeliydim. Ona acıdan başka hiçbir şey veremeyecektim.
Bu şimdi beni kalmaktan alıkoyar mıydı? Daha kötü hale getirmekten?
Şimdi hissettiklerimle, sıcaklığını tenimde hissederken…
Hayır. Hiçbir şey beni alıkoyamazdı.
“Ah,” diye inledim. “Bu yanlış.”
“Ne dedim?” diye sordu, suçu üzerine almakta hızlı davranarak.
“Görmüyor musun Bella? Kendimi perişan etmem bir şey; ama senin işe karışman tamamen başka bir şey. Böyle hissettiğini duymak istemiyorum.” Bu gerçekti, bu bir yalandı. En bencil yanım onu istediğim kadar onun da beni istediği bilgisi üzerine şimdi uçuyordu. “Bu yanlış, güvenli değil. Ben tehlikeliyim Bella –lütfen bunu kavra.”
“Hayır.” dudakları huysuzca büküldü.
“Ciddiyim.” Kelimeler dişlerimin arasından bir homurdanma şeklinde çıkarken kendime savaşıyordum.
“Ben de,” diye ısrar etti. “Sana söyledim, ne olduğun benim için önemli değil. Artık çok geç.”
Çok geç? Dünya, Bella uyurken ona doğru yaklaşan gölgeleri izlediğim bitmeyen saniyelerde soğukça siyah ve beyazdı. Kaçınılmaz, durdurulamaz. Teninin rengini çalıp, onu karanlığın içine saplamışlardı.
Çok geç? Alice’in görüşü kafamın içinde girdap gibi döndü, Bella’nın kan kırmızısı gözlerinin bana ruhsuzca bakışı. İfadesiz – ama bu gelecek için benden nefret etmemesinin yolu yoktu. Ondan her şeyi çaldığım için nefret etmemesinin. Hayatını ve ruhunu çaldığım için.
Çok geç olamazdı.
“Bunu asla söyleme.” diye tısladım.
Yine dudağını ısırarak pencereden dışarı baktı. Elleri kucağında yumruk halindeydi. Soluğu aksadı ve çatladı.
“Ne düşünüyorsun?” Bilmek zorundaydım.
Bana bakmadan başını salladı. Yanağında bir şeyin kristal gibi parladığını gördüm.
Istırap. “Ağlıyor musun?” Onu ağlatmıştım. Onu o kadar incitmiştim.
Elinin arkasıyla yaşları sildi.
“Hayır,” diye yalan söyledi sesi çatlayarak.
Çok uzun zaman önce gömülmüş bir içgüdü elimi ona doğru uzattı – o bir saniyede hiç hissetmediğim kadar insan hissettim; ama sonra… olmadığımı hatırladım ve elimi indirdim.
“Özür dilerim.” dedim. Ona aslında ne kadar üzgün olduğumu nasıl söyleyebilirdim. Yaptığım bütün aptalca hatalar için üzgün olduğumu. Hiç bitmeyen bencilliğim nedeniyle üzgün olduğumu. Benim ilk, trajik aşkımın ait olduğu kişi olacak kadar şanssız oluğu için ne kadar üzgün olduğumu. Kontrolüm dışında olan şeyler dışında ne kadar üzgün olduğumu – ilk başta hayatını bitirmek için seçilen canavar olduğum için.
Arabadaki kokuya olan berbat tepkimi görmezden gelerek derin bir nefes aldım ve kendimi toparlamaya çalıştım.
Konuyu değiştirmek, başka bir şey düşünmek istedim. Şansıma, onunla ilgili merakım doymak bilmezdi. Her zaman bir sorum vardı.
“Bana bir şey söyle.”
“Evet?” dedi içinde hala gözyaşları olan boğuk bir sesle.
“Bu gece ben köşeye gelmeden önce ne düşünüyordun? İfadeni anlayamadım – korkmuş gözükmüyordum, sanki bir şeye çok dikkatle odaklanıyor gibiydin.” Yüzünü hatırladım –şimdi baktığım gözleri unutmaya çalışarak – oradaki kararlı bakışı hatırladım.
“Bir saldırganın nasıl etkisiz hale getirileceğini hatırlamaya çalışıyordum.” dedi gittikçe toparlanarak. “Bilirsin işte, savunma yöntemleri. Burnunu beynine sokacaktım.” Toparlanışı açıklamasının sonuna kadar devam etmedi, sesi nefretle dolup taşana kadar. Bu çok abartıydı ve kedi yavrusu öfkesi şimdi komik değildi. Kırılgan figürünü – sadece camın üzerindeki ipek – onu incitecek dolgun, ağır yumruklu insan canavarların gölgesinde görebiliyordum. Başımın içinde öfke kaynadı.
“Onlarla kavga mı edecektin?” İnlemek istedim. İçgüdüleri ölümcüldü – kendi için. “Kaçmayı düşünmedin mi?”
“Koşarken çok fazla düşerim.” dedi mahcup bir şekilde.
“Peki ya yardım için bağırmak?”
“Tam da o kısma geliyordum.”
Başımı inanmazlıkla salladım. Forks’a gelmeden önce hayatta kalmayı nasıl başarmıştı?
“Haklıydın,” dedim ekşi bir sesle. “Seni hayatta tutmak için kesinlikle kaderle savaşıyorum.”
İç çekti ve pencereden dışarı bir bakış attı. Sonra tekrar bana baktı.
“Yarın seni görecek miyim?” diye sordu aniden.
Cehennem yolunda olduğum sürece – en azından yolculuğun tadını çıkarabilirdim.
“Evet – teslim edecek bir ödevim var.” Ona gülümsedim ve bu iyi hissettirdi. “Sana öğle yemeğinde yer ayırırım.”
Kalbi pırpır etti; benim ölü kalbim de birdenbire sıcak hissetti.
Babasının evinin önünde arabayı durdurdum. Ayrılmak için hiçbir harekette bulunmadı.
“Yarın orada olmaya söz verir misin?
“Söz.”
Yanlış şeyi yapmak nasıl bana bu kadar mutluluk verebiliyordu? Bunda kesinlikle ters bir şey vardı.
Tatmin olup başını salladı ve ceketi çıkarmaya başladı.
“Sende kalabilir.” dedim çabucak. Onu kendimden bir şeyle bırakmayı tercih ederdim. Bir hatıra ile, şu anda cebimde olan şişe kapağı gibi… “Yarın için bir ceketin yok.”
Hüzünle gülümseyerek bana verdi. “Charlie’ye açıklama yapmak zorunda kalmak istemiyorum.” dedi.
Bunu hayal edebiliyordum. Ona gülümsedim. “Doğru.”
Elini kapının koluna koydu ve sonra durdu. Benim gitmesine izin vermek istemediğim kadar, o da gitmek istemiyordu.
Onu korunmasız bırakmak, kısa bir süre bile…
Peter ve Charlotte yoldaydı, Seattle’ı geçmiş olmalılardı şüphesiz; ama her zaman başkaları vardı. Bu dünya hiçbir insan için güvenli değildi ve özellikle onun için diğerlerine olduğundan daha tehlikeliydi.
“Bella?” diye sordum, basitçe ismini konuşabilmenin verdiği memnuniyete şaşırarak.
“Evet?”
“Bana bir söz verir misin?”
“Evet.” dedi kolayca; ama sonra karşı çıkmak için bir sebep düşünmüş gibi gözleri kısıldı.
“Ormana yalnız gitme,” diye uyardım onu, bu isteğe karşı çıkıp çıkmayacağını merak ederek.
Şaşırdı, gözlerini kırpıştırdı. “Niye?”
Güvenilmez karanlığa öfkeyle baktım. Işık olmaması benim gözlerim için problem değildi; ama başka bir avcı için de değildi. Bu sadece insanları kör ediyordu.
“Oradaki en tehlikeli şey her zaman ben değilim,” dedim ona. “Burada bırakalım.”
Titredi; ama çabucak toparlandı ve bana cevap verdiğinde gülümsüyordu. “Nasıl istersen.”
Nefesi yüzüme dokundu, çok tatlı ve güzel kokuluydu.
Bütün gece böyle kalabilirdim; ama uyumaya ihtiyacı vardı. İki arzu, içimde savaşmaya devam ederken eşit güçte gözüküyordu: onu istemeye karşı, güvende olmasını istemek.
İhtimallere iç çektim. “Yarın görüşürüz.” dedim onu çok daha yakın bir zamanda göreceğimi bilerek. O beni yarına kadar görmeyecekti gerçi.
“Yarın, o zaman.” dedi kapıyı açarken.
Gitmesini izlerken, yine ıstırap…
O çıkarken eğildim, onu orada tutmak isteyerek. “Bella?”
Döndü ve sonra donakaldı, yüzlerimizi çok yakın bulduğuna şaşırmıştı.
Ben de, yakınlıktan etkilenmiştim. Sıcaklık dalga dalga gelerek yüzümü okşuyordu. Yüzünün ipeksiliğini hissedebiliyordum…
Kalp atışları hızlandı ve dudakları aralandı.
“İyi uykular.” diye fısıldadım ve vücudumdaki ısrar – tanıdık susuzluk ve birdenbire hissettiğim yeni, garip açlık – bana onu incitecek bir şey yaptırmadan geri çekildim.
Orada bir an gözleri büyük, afallamış ve hareketsiz oturdu. Büyülendiğini tahmin ettim.
Benim gibi.
Yüzü hala biraz şaşkın olmasına rağmen toparlandı ve arabadan ayağına takılıp kendini doğrultmak için çerçeveye tutunmak zorunda kalarak çıktı.
Güldüm – onun duyması için çok sessiz olduğunu umuyordum.
Ayağı takılarak ön kapını saran ışıklara ulaşmasını izledim. O an için güvendeydi ve ben emin olmak için kısa zaman içinde geri dönecektim.
Arabayı sürerken gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Alıştığımdan çok değişik bir duyguydu. Genelde, istersem kendimi başkasının gözlerinden rahatlıkla izleyebilirdim. Garip bir şekilde heyecan vericiydi – izleyen gözlerin anlaşılmaz hissi. Bunun sadece onun gözleri olduğu için olduğunu biliyordum.
Milyonlarca düşünce, ben geceye doğru amaçsızca sürerken kafamda birbirini kovaladı.
Uzun bir süre hiçbir yere gitmeden, Bella’yı ve gerçeğin bilinmesinin inanılmaz rahatlığını düşünerek sokaklarda dolandım. Artık ne olduğumu bulacak diye korkuyla beklememe gerek yoktu. Biliyordu. Onun için önemli değildi. Bu onun için açıkça kötü bir şey olduğu halde, benim için şaşırtıcı derecede ferahlıktı.
Bundan çok, Bella’yı ve karşılıklı aşkı düşündüm. Beni, onu sevdiğim şekilde sevemezdi – böyle kuvvetli, yakıcı, mahvedici bir aşk muhtemelen onun narin vücudunu kırardı; ama yeterince güçlü hissediyordu. İçgüdüsel korkuyu bastırmaya yetecek kadar, benimle olmak istemesine yetecek kadar… Ve onunla beraber olmak şimdiye kadar yaşadığım en büyük mutluluktu.
Bir süre – yalnızken ve başka kimseyi incitmiyorken – kendime trajediyi düşünmeden mutluluk hissetmeye izin verdim. Sadece o da bana değer verdiği için mutluluk hissetmeye, sadece onun sevgisini kazandığım için sevinmeye, sadece günlerce onun yakınında oturmayı, sesini duymayı ve gülümsemelerini kazanmayı…
O gülümsemeyi kafamda tekrar canlandırdım, dolgun dudaklarının köşelerinden yukarı doğru kıvrılışını, çenesinde beliren gamze izini, gözlerinin ısınıp eriyişini… Elleri bu gece benim elimin üzerinde çok yumuşak ve sıcak hissetmişti. Elmacık kemiklerinin üzerine gerilmiş hassas tenine – ipeksi, sıcak… çok narin. Camın üzerindeki ipek… korkutucu derecece kırılgan – dokunmanın nasıl hissedeceğini hayal ettim.
Çok geç olana kadar düşüncelerimin nereye gittiğini görmemiştim. O yıkıcı savunmasızlığı üzerine düşünürken, yüzünün başka görüntüleri hayallerime izinsizce girdi.
Gölgelerin içinde, korku yüzünden soluk bir renkle – yine de çenesi gergin ve kararlı, gözleri öfkeli, tamamen odaklanmış, ince vücudu üzerine gelen iri kıyım şekillere saldırmak üzere destekli, karanlıktaki kabuslar…
“Ah.” diye inledim onu sevmenin neşesi içinde unuttuğum kaynayan öfke, tekrar bir hiddet cehennemi olarak ortaya çıktı.
Yalnızdım. Bella, evinin içinde güvendeydi; bir anlığına babasının Charlie Swan’ın – yasa uygulamasının başkanı, eğitimli ve silahlı – onun babası olmasından şiddetle memnundum. Bu da bir şeydi, onun için bir kalkan.
O güvendeydi. Benim intikam almam uzun süremezdi.
Hayır. Daha iyisini hak ediyordu. Onun bir katile değer vermesine izin veremezdim.
Ama… peki ya diğerleri?
Bella güvendeydi, evet. Angela ve Jessica da şüphesiz yataklarında güvendeydiler.
Yine de Port Angeles sokaklarında bir canavar başıboş dolanıyordu. Bir insan canavar – bu onu insanların sorunu mu yapardı? İşlemek için yanıp tutuştuğum cinayeti işlemek yanlıştı. Bunu biliyordum; ama onu tekrar saldırması için serbest bırakmak da doğru şey olamazdı.
Restorandaki sarışın karşılayıcı. Tam olarak hiç bakmadığım garson. İkisi de beni saçma şekilde rahatsız etmişlerdi; ama bu tehlike içinde olmayı hak ettikleri anlamına gelmiyordu.
İkisi de birilerinin Bella’sı olabilirdi.
Bu anlayış kararımı verdirtti.
Arabayı kuzeye çevirdim; bir amacım olduğu için hızlandım. Ne zaman beni aşan bir problem olsa – bunun gibi somut bir şey – yardım için nereye gideceğimi biliyordum.
Alice verandada oturmuş beni bekliyordu. Garaja girmek yerine evin önünde durdum.
“Carlisle çalışma odasında.” dedi Alice ben soramadan.
“Teşekkürler.” dedim geçerken saçını karıştırarak.
Sana teşekkürler, çağrıma cevap verdiğin için, diye düşündü alayla.
“Ah.” Kapıda durup telefonu çıkardım ve açtım. “Özür dilerim, kim olduğuna bakmak için bile kontrol etmedim. Ben… meşguldüm.”
“Evet, biliyorum. Ben de özür dilerim. Ne olacağını gördüğümde, sen yoldaydın.”
“Çok yakındı.” dedim mırıldanarak.
Özür dilerim, diye tekrarladı, kendinden utanarak.
Bella’nın iyi olduğunu bildiğimde, yüce gönüllü olmak kolaydı. “Üzülme. Her şeyi yakalayamayacağını biliyorum. Kimse senden her şeyi bilmeni beklemiyor Alice.”
“Teşekkürler.”
“Bu gece neredeyse seni yemeğe davet edecektim – fikrimi değiştirmeden yakaladın mı?”
Sırıttı. “Hayır, onu da kaçırdım. Keşke bilseydim. Gelirdim.”
“Bu kadar çok şey kaçıracak neye odaklanıyordun?”
Jasper yıldönümümüz hakkında düşünüyor. Güldü. Hediyemde bir karar vermemeye çalışıyor; ama sanırım ne olduğuna dair oldukça iyi bir fikrim var…
“Utanmazın tekisin.”
“Evet.”
Dudaklarını büzdü, ifadesinde bir suçlama iziyle bana baktı. Sonra daha çok dikkat ettim. Onlara bildiğini söyleyecek misin?
İç çektim. “Evet. Sonra.”
Ben hiçbir şey söylemeyeceğim. Bana bir iyilik yap ve Rosalie’ye ben ortalarda yokken söyle, olur mu?”
Ürktüm. “Tabii.”
Bella oldukça iyi karşıladı.
“Çok iyi.”
Alice bana sırıttı. Bella’yı küçümseme.
Görmek istemediğim görüntüyü engellemeye çalıştım – Bella ve Alice, en iyi arkadaşlar.
Sabırsızca iç çektim. Gecenin bir sonraki kısmını geçmek istiyordum; ama Forks’u bırakmaya biraz endişeliydim…
“Alice…” diye başladım. Ne sormayı planladığımı gördü.
Bu gece iyi olacak. Artık daha iyi bakıyorum. Bir nevi yirmi dört saatlik gözetim istiyor, değil mi?
“En az.”
“Her neyse, kısa zaman içinde onunla beraber olacaksın.”
Derin bir nefes aldım. Bu gözler benim için çok güzeldi.
“Haydi – şu işi bitir, böylece olmak istediğin yerde ol.” dedi bana.
Başımı salladım ve Carlisle’ın odasına gittim.
Beni bekliyordu, gözleri masasındaki kalın kitap yerine kapıdaydı.
“Alice’in sana beni nerede bulacağını söylediğini duydum.” dedi ve gülümsedi.
Onunla olmak, gözlerindeki anlayış ve zekayı görmek ferahlatıcıydı. Carlisle ne yapılacağını bilirdi.
“Yardıma ihtiyacım var.”
“Ne istersen Edward.” diye söz verdi.
“Alice bu gece Bella’ya ne olduğunu söyledi mi?”
Neredeyse ne olacağını, diye düzeltti.
“Evet, neredeyse. İkilem arasında kaldım Carlisle. Onu… öldürmeyi… çok… istedim.” Kelimeler hızla ve hararetle çıkmaya başladı. “Çok fazla; ama bunun yanlış olacağını biliyordum, çünkü intikam olur, adalet değil. Sadece öfke, tarafsızlık değil. Yine de, bir seri tecavüzcü ve katili Port Angeles’ta dolaşması için bırakmak doğru olamaz. Oradaki insanları tanımıyorum; ama Bella’nın yerini bir başkası alabilir. Bütün o diğer kadınlar – birileri onlara benim Bella’ya karşı hissettiğim duyguları hissediyor olabilir. Eğer ona zarar gelirse acı çekeceğim gibi acı çekebilir. Bu doğru değil–”
Geniş, beklenmedik gülümsemesi beni durdurdu.
Senin için çok iyi değil mi? Çok fazla merhamet, çok fazla kontrol. Etkilendim.
“İltifat aranmıyorum Carlisle.”
“Tabii ki; ama düşüncelerime engel olamam değil mi?” Tekrar gülümsedi. “Ben hallederim. Sen dinlenebilirsin. Kimse Bella’nın yerinde zarar görmeyecek.”
Kafasındaki planı gördüm. Bu tamamen benim istediğim şey değildi, gaddarlık isteğimi tatmin etmiyordu; ama doğru olanın bu olduğunu görebiliyordum.
“Onu nerede bulacağını göstereyim.” dedim.
“Gidelim.”
Yolsa siyah çantasını kavradı. Bayıltmak için daha saldırgan bir yol seçerdim – çatlamış bir kafatası gibi – ama Carlisle’ın bunu kendi yöntemleriyle yapmasına izin verecektim.
Arabamı aldım. Alice hala basamaklardaydı. Biz uzaklaşırken sırıttı ve el salladı. Benim için geleceğe baktığını gördüm; zorluk yaşamayacaktık.
Karanlık, boş yolda yolculuk çok kısaydı. Dikkat çekmemek için farları kapalı tuttum. Bella’nın bu hıza nasıl tepki vereceğini düşünmek beni gülümsetti. O karşı çıktığında zaten normalden yavaş sürüyordum – onunla olan zamanımı uzatmak için.
Carlisle da Bella’yı düşünüyordu.
Onun Edward için bu kadar iyi olacağını tahmin etmemiştim. Bu beklenmedik bir şey. Belki bu bir şekilde olmalıydı. Belki de daha yüksek bir amacı vardı. Sadece…
Bella’yı kar soğukluğunda bir ten ve kırmızı gözlerle canlandırdı, sonra görüntüden kaçındı.
Evet. Sadece. Gerçekten. Çünkü böyle saf ve güzel bir şeyi yok etmenin içinde nasıl bir iyilik olabilirdi.
Geceye doğru öfkeyle baktım, akşamın bütün neşesi düşünceleriyle kaybolmuştu.
Edward mutluluğu hak ediyor. Alacağı var. Carlisle’ın düşüncelerinin şiddeti beni şaşırttı. Mutlaka bir yol olmalı.
İkisine de inanabilmeyi diledim; ama Bella’ya olanların daha ileri bir amacı yoktu. Sadece Bella’nın hak ettiği hayatı yaşamasına katlanamayan, kötü, acımasız, çirkin bir kader.
Port Angeles’ta kalmadım. Carlisle’ı Lonnie denen canavarın arkadaşlarıyla beraber hayal kırıklığı yaşadığı yere götürdüm – iki tanesi çoktan sızmıştı. Carlisle yakın olmanın benim için ne kadar zor olduğunu görebiliyordu – canavarın düşüncelerini ve anılarını, Bella’yla ilgili anıların, onun kadar şanslı olamayan kızların yüzleriyle karışmış görüntüleri…
Soluk alıp verişim hızlandı. Direksiyona kenetlendim.
Git Edward, dedi bana usulca. Ben diğerlerinin güvende olmasını sağlayacağım. Bella’ya geri dön.
Bu söylenmesi tam olarak doğru şeydi. Onun ismi şu anda bana bir anlam ifade edebilecek tek şeydi.
Onu arabada bıraktım ve Forks’a uyuyan ormanın içinden düz bir çizgi üzerinde koştum. Arabadan daha az zaman aldı. Evinin yanına gelip penceresinden girdiğimde sadece dakikalar geçmişti.
Rahatlıkla iç çektim. Her şey olması gerektiği gibiydi. Bella yatağında güvendeydi, rüya görüyordu, ıslak saçı yastığında deniz yosunu gibi dalgalanıyordu.
Ama pek çok gecenin tersine, örtüleri omuzlarına kadar çekilmiş halde kıvrılmıştı. Üşümüştü, diye tahmin ettim. Her zamanki yerime yerleşmeden önce uykusunda ürperdi ve dudakları titredi.
Kısa bir süre düşündüm ve sonra evin bu kısmını ilk defa keşfetmek üzere koridora çıktım.
Charlie’nin horlamaları yüksek sesli ve düzenliydi. Neredeyse rüyasının konusunu yakalayabiliyordum. Su ve sabırlı bekleyişle ilgili bir şey… balık tutmak belki?
İşte, merdivenlerin üzerinde umut verici bir dolap vardı. Açtım ve aradığım şeyi buldum. Küçük dolaptan en kalın battaniyeyi aldım ve odasına götürdüm. Uyanmadan önce geri koyacaktım ve kimse fark etmeyecekti.
Battaniyeyi nefesimi tutarak ve dikkatle üzerine örttüm; eklenen yüke tepki vermedi. Sallanan sandalyeye geri döndüm.
Endişeyle ısınmasını beklerken Carlisle’ı düşündüm, nerede olduğunu merak ettim. Planının pürüzsüz işleyeceğini biliyordum – Alice bunu görmüştü.
Babamı düşünmek iç çekmeme neden oldu – Carlisle bana çok fazla inanıyordu. Onun olduğumu düşündüğü kişi olmayı diledim. O kişi, mutluluğu hak eden kişi, bu uyuyan kıza layık olmayı umabilirdi. Eğer o Edward olabilseydim her şey ne kadar da değişik olurdu.
Bunu düşünürken, garip, davetsiz bir görüntü kafamın içinde belirdi.
Bir anlığına, aklımdaki Bella’nın yok edilmesine uğraşan o cadaloz kaderin yerinde meleklerin en aptalı ve umursamazı belirdi. Koruyucu bir melek – Carlisle’ın versiyonunda sahip olabileceğim bir şey. Dudaklarında aldırışsız bir gülümseme, gök renkli gözleri muzurlukla dolu, melek Bella’yı öyle bir şekillendiriyordu ki, onu görmezden gelmemin hiçbir yolu yoktu. Dikkatimi çekmek için gülünç derecede kuvvetli bir koku, merakımı alevlendirmesi için sessiz bir zihin, gözlerimi ayıramamam için huzur verici bir güzellik, saygımı kazanması için fedakar bir ruh vermiş, kendini koruma içgüdüsünü bırakmıştı – böylece Bella yanımda olmaya katlanabilecekti – ve son olarak, kendine çeken geniş bir kötü şans.
Kayıtsız bir kahkahayla, sorumsuz melek narin eserini direkt olarak yolumun üzerine koymuş, Bella’yı hayatta tutmam için neşeyle kusurlu ahlakıma güvenmişti.
Bu görüşte, ben Bella’nın cezası değildim; o benim ödülümdü.
Düşüncesiz meleğin hayaline kafamı salladım. Cadalozdan çok daha iyi değildi. Böyle tehlikeli ve aptalca davranan yüksek bir güç için iyi düşünemezdim. En azından çirkin kadere karşı savaşabilirdim.
Ve benim meleğim yoktu. Onlar iyiler içindi – Bella gibi insanlar için. O zaman bütün bunların içinde onun meleği neredeydi? Onu kim koruyordu?
Sessizce güldüm, o rolü şimdilik benim doldurduğumu fark edince şaşırmıştım.
Bir vampir melek – bu bir gerginlikti.
Yaklaşık yarım saat sonra Bella sıkıca kıvrılmış olduğu şeklinden rahatladı. Nefes alıp verişi derinleşti ve mırıldanmaya başladı. Tatmin olarak gülümsedim. Bu küçük bir şeydi; ama en azından bu gece ben burada olduğum için daha rahat uyuyordu.
“Edward.” diye iç çekti ve o da gülümsedi.
O an için trajediyi ittim ve kendime tekrar mutlu olma izni verdim.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /10.Bölüm(Teoriler)
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /5.Bölüm (Davet)
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /6.Bölüm (kan grubu )
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /7.Bölüm (Melodi )
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /8.Bölüm (Hayalet)
» Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /11. Bölüm(Sorular)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Özgün Senaryolar :: Twilight-
Buraya geçin: