asi_melek Usta Senarist
Mesaj Sayısı : 215 Kayıt tarihi : 03/07/10 Nerden : İstanbul
| Konu: Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /5.Bölüm (Davet) Çarş. Tem. 07, 2010 6:50 pm | |
|
5.Bölüm (Davet)
Lise. Artık araf değildi, şimdi tamamen cehennemdi. İşkence ve ateş… evet ikisine de sahiptim. Artık her şeyi doğru yapıyordum. Her ‘i’ noktalı, her ‘t’ çizgili. Kimse sorumluluklarımdan kaytardığımdan şikayet edemezdi. Esme’yi memnun etmek ve diğerlerini korumak için Forks’ta kaldım. Eski çizgeleme döndüm. Kalanından daha fazla avlanmadım. Her gün, liseye gittim ve insanı oynadım. Her gün, Cullen’larla ilgili yeni bir şey olup olmadığını kontrol etmek için dikkatle dinledim – hiçbir şey yoktu. Kız şüpheleriyle ilgili tek kelime etmemişti. Sadece aynı hikayeyi tekrarlayıp durmuştu – onun yanında duruyordum ve onu yoldan çekmiştim – istekli dinleyicileri sıkılıp daha fazla ayrıntı için sorular sormayı kesene kadar. Tehlike yoktu. Acele davranışım nedeniyle kimse incinmemişti. Benden başka kimse. Geleceği değiştirmeye kararlıydım. Birini sınamak için en kolay görev değildi; ama yaşayabileceğim başka bir seçenek yoktu. Alice kızdan uzak duracak kadar güçlü olamayacağımı söylemişti. Ona yanıldığını kanıtlayacaktım. İlk günün en zoru olacağını düşünmüştüm. Sonuna doğru, durumun bu olduğundan emindim; ama yanılıyordum. Kızı inciteceğimi bilmek beni için için yakıyordu. Kendimi acısının benimkiyle karşılaştırıldığında bir iğne batmasından fazla olmayacağı gerçeğiyle rahatlatıyordum. Bella insandı ve benim başka bir şey, yanlış bir şey, korkunç bir şey olduğumu biliyordu. Muhtemelen ona sırtımı dönüp, yokmuş gibi davrandığımda yaralanmak yerine rahatlardı. “Merhaba Edward.” diye selamladı beni ilk gün Biyolojide. Sesi hoş, arkadaş canlısıydı, onunla son konuştuğum zamanki halinden yüz seksen derece dönüktü. Niye? Bu değişiklik ne anlama geliyordu? Unutmuş muydu? Hepsini hayal ettiğine mi karar vermişti? Gerçekten sözümü tutmamamı affetmiş olabilir miydi? Bu sorular her nefes alışımda bana saldıran susuzluk gibi yaktı. Sadece bir an gözlerine baksam, sadece cevapları orada okuyup okuyamayacağımı görsem… Hayır. Eğer geleceği değiştireceksem, kendime bunun için bile izin veremezdim. Odanın önünden gözlerimi ayırmadan çenemi ona doğru çevirdim. Bir kere başımı eğdim ve sonra yüzümü direkt öne çevirdim. Bir daha benimle konuşmadı. O öğleden sonra, okul bittiği, rolüm oynandığı anda önceki gün yaptığım gibi Seattle’a koştum. Yerin üzerinde uçar, etrafımdaki her şeyi yeşil bir bulanıklığa çevirirken acıyla çok az daha kolay başa çıkabiliyormuşum gibi geliyordu. Bu koşu günlük alışkanlığım haline geldi. Onu seviyor muydum? Sanmıyordum. Henüz değil. Alice'in o gelecekle ilgili görüşlerine takılmıştım ama, ve Bella'yla aşka düşmenin ne kadar kolay olacağını görebiliyordum. Tıpkı düşmek gibi olacaktı: zahmetsiz. Kendime ona aşık olma izni vermemek ise düşmenin tam tersiydi – ellerimle kendimi uçurumun yüzünde tutmaktı, bu görev bir ölümlü gücünden fazlasına sahip değilmişim gibi perişan ediciydi. Bir aydan uzun süre geçti ve her gün zorlaştı. Bu mantıklı değildi – atlatmayı bekliyordum, kolaylaşmasını. Alice’in kızdan uzak duramayacağımı söylerken kastettiği bu olmalıydı. Acının artışını görmüştü; ama ben acıyla başa çıkabilirdim. Bella’nın geleceğini yok etmeyecektim. Eğer kaderimde onu sevmek varsa, yapabileceğim en iyi şey ondan uzak durmak değil miydi? Uzak durmak katlanabileceğimin limitindeydi ama. Görmezden geliyormuş gibi davranıp ona hiç bakmayabilirdim. Beni hiç ilgilendirmiyormuş gibi davranabilirdim; ama bu sadece dış görünüşteydi, sadece roldü ve gerçek değildi. Hala aldığı her nefese, söylediği her söze bağlıydım. İşkencelerimi dört kategoriye ayırmıştım. İlk ikisi tanıdıktı. Kokusu ve sessizliği. Ya da daha doğrusu – sorumluluğu ait olduğu yere, kendime alırsam – susuzluğum ve merakım. Susuzluk işkencelerimin en başlıcasıydı. Artık Biyoloji’de nefes almamak alışkanlık olmuştu. Tabii ki, her zaman istisnalar oluyordu – bir soru cevaplamak zorunda kaldığımda, konuşmak için nefes almaya ihtiyacım oluyordu. Kızın çevresindeki havayı tattığım her sefer, ilk günle aynıydı – ateş ve ihtiyaç ve dışarı çıkmak için çaresiz olan zalim şiddet. Tıpkı ilk günüm gibi, içimdeki canavar kükrüyordu, yüzeye çok yakındı… Merak işkencelerimin en daimi olanıydı. “Şu anda ne düşünüyor?” sorusu aklımdan hiç çıkmıyordu. Sessizce içini çektiğini duyduğumda. Parmaklarıyla saçındaki bir bukleyi büktüğünde. Kitaplarını masaya her zamankinden daha fazla kuvvetle attığında. Sınıfa geç kaldığında. Ayaklarını yerde sabırsızca vurduğunda. Çevresel görüşümde yakaladığım her hareketi çileden çıkarıcı birer gizemdi. Diğer insan öğrencilerle konuştuğunda, her kelimesini ve tonunu analiz ediyordum. Düşüncelerini mi söylüyordu? Genelde dinleyicisinin beklediğini söylüyor gibi geliyordu ve bu bana ailemi, bizim aldatıcı günlük yaşamımızı hatırlatıyordu – bunda ondan daha iyiydik. Eğer yanılmıyor, sadece hayal etmiyorsam. Neden rol yapmak zorunda olsundu ki? Onlardan biriydi – genç bir insan. Mike Newton işkencelerimin en şaşırtıcı olanıydı. Kim böyle genel, sıkıcı bir ölümlünün bu kadar sinir bozucu olabileceğini hayal ederdi ki? Adil olmak gerekirse, bu rahatsız edici çocuğa şükran duymalıydım; diğerlerinden daha fazla, kızı konuşturduğu için. Bu diyaloglar sırasında onun hakkında çok şey öğrenmiştim – hala listemi derliyordum – ama aksine, Mike’ın bu projedeki yardımı beni sadece daha çok kızdırıyordu. Mike’ın onun sırlarının kilitlerini açan kişi olmasını istemiyordum. Bunu ben yapmak istiyordum. Onun açığa çıkardığı küçük şeyleri hiç fark etmemesi yardımcı oluyordu. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Kafasında aslında var olmayan bir Bella yaratmıştı – kendisi kadar genel bir kız. Onu diğer insanlardan ayıran cesaretini ve kendini düşünmemesini görmemişti, söylediği düşüncelerindeki olağandışı olgunluğu duymamıştı. Annesi hakkında konuştuğunda, çocuğu hakkında konuşan bir ebeveyn gibi gözüktüğünü algılamamıştı – belli belirsiz eğlenmiş ve şiddetli bir şekilde koruyucu. Saçma sapan hikayeleriyle ilgileniyormuş gibi yaparken sesindeki sabrı duymamıştı ve bu sabrın altındaki iyiliği tahmin edememişti. Mike ile olan diyaloglarından, listeme en önemli özelliğini ekleyebilmiştim, en önemli olanı ve nadir olduğu kadar basit de olanı. Bella iyiydi. Liseteye eklediğim bütün o özelliklerin yanında – kendini düşünmemesi ve özverisi ve şefkati ve cesareti gibi – baştan sona iyiydi. Bu yardımcı keşifler beni o çocuğa ısıtmıyordu ama. Bella’yı sahiplenişi – sanki kazanılacak bir eşyaymış gibi – beni onunla ilgili kaba fantezileri kadar sinirlendiriyordu. Zaman geçtikçe kendine daha da güveniyordu, Bella rakiplerine karşı –Tyler Crowley, Eric Yorkie ve arada sırada ben – onu seçmiş gibi gözüktüğü için. Alışkanlık olarak ders başlamadan önce her zaman sıramıza oturup onunla konuşuyor, gülümsemeleriyle cesaretleniyordu. Sadece nazik gülümsemeler, dedim kendi kendime. Yine de, sık sık elimin tersiyle onu odanın diğer ucuna, uzak duvara fırlatışımı hayal ederek eğleniyordum… Bu muhtemelen onu ölümcül derece yaralamazdı… Mike beni genelde rakip olarak düşünmüyordu. Kazadan sonra, Bella ve benim paylaştığımız bu deneyim nedeniyle birbirimize bağlanacağımızdan endişelenmişti; ama açık ki, tam tersi olmuştu. Ondan önce, hala Bella’ya diğer öğrencilerden daha çok ilgi gösterdiğim için rahatsızdı; ama şimdi onu da diğerleri gibi görmezden geliyordum ve o gittikçe halinden memnun kalıyordu. Şimdi ne düşünüyordu? Onun ilgisini hoş karşılıyor muydu? Ve son olarak, işkencelerimin sonuncusu, en acı verici olanı: Bella’nın kayıtsızlığı. Benim onu görmezden geldiğim gibi, o da beni görmezden geliyordu. Benimde konuşmayı bir daha asla denemedi. Bildiğim kadarıyla, beni bir daha asla düşünmedi. Beni beni delirtebilirdi – ya da geleceği değiştirmek için olan çözümümü bozmama yol açabilirdi – eğer bana bazen eskisi gibi bakıyor olmasaydı. Bunu kendim göremiyordum, ona bakmak için kendime izin veremiyordum; ama Alice o bakmak üzereyken bizi uyarıyordu; diğerleri hala kızın sorun çıkarabilecek bilgilerinden endişeliydi. Bana arada sırada uzaktan bakıyor oluşu, acımı biraz hafifletiyordu. Tabii, sadece ne tür bir ucube olduğumu düşünüyor da olabilirdi. “Bella bir dakika içinde Edward’a bakacak. Normal görünün.” dedi Alice mart ayında bir Salı günü. Bana ne kadar sık baktığına dikkat ediyordum. Zaman geçtikçe bu sıklığın azalmaması, etmemesi gerekmesine rağmen, beni memnun ediyordu. Ne anlama geldiğini bilmiyordum; ama bu benim daha iyi hissetmemi sağlıyordu. Alice iç çekti. Keşke… “Bu işten uzak dur Alice.” dedim. “Böyle bir şey olmayacak.” Suratını astı. Alice öngördüğü, Bella ile olan arkadaşlığı için heyecanlıydı. Garip bir şekilde, tanımadığı bir kızı özlüyordu. İtiraf etmeliyim, düşündüğümden daha iyisin. Geleceği yine karmaşık, mantıksız bir hale getirdin. Umarım mutlusundur. “Bana gayet mantıklı geliyor.” Homurdandı. Sesini kesmeye çalıştım. Pek iyi bir modda değildim – onlara gösterdiğimden daha gergindim. Sadece Jasper ne kadar incindiğimin farkındaydı, ekstra yeteneğiyle yaşadığım stresi hissedebiliyordu. Bu duyguların altındaki sebepleri anlamıyordu gerçi ve – son zamanlarda daima fena durumda olduğum için – önemsemiyordu. Bugün zor olacaktı. Önceki günden daha zor. Mike Newton, beni rakip olarak görmesine izin vermediğim iğrenç çocuk, Bella’ya çıkma teklif edecekti. Kızların teklif ettiği dans en yakın ufuktu ve Bella’nın ona sormasını umuyordu, ki sormamıştı ve bu onun güvenini kırmıştı. Şimdi rahatsız bir durumdaydı – onun rahatsızlığından, almam gerektiğinden çok daha fazla keyif aldım – çünkü Jessica Stanley ona dansa beraber gitmeyi teklif etmişti. “Evet” demek istememişti, hala Bella’nın ona soracağını ümit ediyordu(ve rakiplerine karşı kazandığını kanıtlayacağını); ama “hayır” da deyip dansa gitme şansını tamamen kaybetmek de istememişti. Jessica onun tereddütünden incinmişti ve bunun sebebinin Bella olduğunu düşünüyordu ve ona öfkeliydi. Yine, Jessica’nın kızgın düşünceleri ile Bella’nın arasına kendimi atma içgüdüsünü hissettim. Şimdi bunu daha iyi anlıyordum; ama harekete geçemeyince bu sadece durumu daha da sinir bozucu hale getiriyordu. Duruma bak! Daha önce aşağıladığım, önemsiz lise dramalarına takmıştım. Mike Bella’yla Biyoloji’ye yürürken cesaretini toplamaya çalışıyordu. Gelmelerini beklerken çabalarını dinledim. Çocuk acizdi. Hayranlığını o kendini tercih etmeden önce göstermeye korkup, teklif beklemişti. Reddedilmeye açık hale gelmek istememiş, ilk adımı onun atmasını beklemişti. Ödlek. Yakınlığıyla rahat bir şekilde tekrar masamıza oturdu ve ben vücudu karşıdaki duvara kemiklerinin çoğu kırılacak şekilde çarptığında çıkacak sesi hayal ettim. “Ee” dedi kıza, gözleri yerdeyken. “Jessica bana bahar dansına beraber gitmeyi teklif etti.” “Bu harika.” dedi Bella anında hevesle. Ses tonu Mike’ı çökertirken gülümsememek çok zordu. Mike onun üzülmesini umuyordu. “Jessica’yla çok eğleneceksiniz.” Doğru cevap için güçlük çekti. “Ee…” tereddüt etti ve neredeyse korktu. Sonra toparlandı. “Ona düşünmem gerektiğini söyledim.” “Niye böyle bir şey yapasın ki?” diye sordu. Sesi onaylamaz bir tondaydı; ama hafif bir rahatlama da vardı. Bu ne demekti? Beklenmedik bir öfke ellerimi yumruk yapmama neden oldu. Mike rahatlığı duymuş gibi gözükmüyordu. Yüzü kanla kırmızıydı –aniden hissettiğim öfkeyle, bu bir davet gibi gözüktü- ve konuşurken yine yere baktı. “Merak ediyordum da… acaba sen… belki bana sormayı düşünüyorsundur?” Bella durakladı. Durakladığı anda, Alice’in hiç görmediği netlikte geleceği gördüm. Kız Mike’ın sorusuna şimdi evet diyebilirdi ya da demeyebilirdi; ama her halükarda, yakın bir zamanda birine evet diyecekti. Güzel ve ilgi çekiciydi ve insan erkekler bu gerçeğın farkındaydı. Bu kalabalıktan birini seçse ya da Forks’tan ayrılana kadar beklese de, o gün gelecekti ve evet diyecekti. Daha önceki gibi onun hayatını gördüm – üniversite, kariyer… aşk, evlilik. Onu yine babasının kolunda, beyazlar içinde, yüzü mutluluktan kızararak, Wagner’ın marşı eşliğinde yürürken gördüm. Acı, daha önce hissettiğim her şeyden daha fazlaydı. Bir insan bu acıyı hissetmek için ölüm eşiğinde olmalıydı –bir insan bundan sağ kurtulamazdı. Ve sadece acı değil, düpedüz hiddet. Bu önemsiz, hak etmeyen çocuk, Bella’nın evet diyeceği kişi olmayabilecekse de, kafatasını ellerimle parçalamayı arzuladım, o kişi kim olursa, yaşanacakların bir temsili olarak. Bu duyguyu anlayamadım –acı ve hiddet ve arzu ve umutsuzluğun bir karışmıydı. Daha önce hiç böyle hissetmemiştim; bir isim koyamıyordum. “Mike, bence ona evet demelisin.” dedi Bella nazik bir sesle. Mike’ın umutları kırıldı. Başka şartlar altında bundan keyif alabilirdim; ama acının şokuyla kendimi kaybetmiştim – ve acı ile hiddettin bana ne yaptığının pişmanlığıyla. Alice haklıydı. Yeterince güçlü değildim. Şu anda, geleceğin dönüp değişmesini, tekrar bozulmasını izliyor olmalıydı. Bu onu memnun eder miydi? “Birine sordun mu?” dedi Mike aksi bir şekilde. Haftalardır ilk defa şüpheyle bana baktı. İlgime ihanet ettiğimi fark ettim; başım Bella’ya doğru eğilmişti. Düşüncelerindeki vahşi haset –kızın ona tercih ettiği her kimse ona hissettiği haset- aniden isimsiz duygularıma ad verdi. Kıskanıyordum. “Hayır.” dedi kız sesinde alttan alıcı bir tonla. “Dansa gitmeyeceğim.” Bütün o pişmanlık ve öfkeye rağmen, bu kelimeleriyle rahatladım. Birdenbire kendi rakiplerimi düşünüyordum. “Niye?” diye sordu Mike sesi neredeyse kaba bir şekilde. Onunla konuşurken bu tonu kullanması beni gücendirdi. Bir hırlamayı geri yuttum. “O cumartesi Seattle’a gidiyorum.” diye cevapladı. Merak daha önce olacağı kadar şiddetli değildi – artık her şeyin cevabını bulmaya tamamen niyetliydim. Nerede ve neden sorularına cevapları yeterince kısa zamanda bulacaktım. Mike’ın tonu rahatsız edici bir şekilde yaltakçı hale geldi. “Başka bir haftasonu gidemez misin?” “Kusura bakma, hayır.” Bella’nın sesi şimdi sertti. “O yüzden Jess’i daha fazla bekletmemelisin – bu kabalık olur.” Jessica’nın duygularına olan alakası kıskançlığımı alevlendirdi. Bu Seattle yolculuğu belirli ki hayır demek için bir bahaneydi –arkadaşına olan sadakati için mi reddetmişti? Bunun için gerekenden fazla özveriliydi. Gerçekten evet diyebilecek olmayı diler miydi? Ya da iki tahmin de yanlış mıydı? Başka biriyle mi ilgileniyordu? “Evet, haklısın.” diye mırıldandı Mike. O kadar morali bozuldu ki neredeyse ona acıyacaktım. Neredeyse. Gözlerini kızdan uzaklaştırdı, düşüncelerinde onun yüzünü görmemi engelleyerek. Buna tolerans göstermeyecektim. Bir aydan uzun zamandır ilk defa yüzünü kendim okuyabilmek için ona döndüm. Kendime bunun için izin vermek keskin bir rahatlıktı, uzun süredir su altında olan insan akciğerlerinin nefes alması gibi. Gözleri kapalıydı ve elleri yüzünün iki yanındaydı. Omuzları savunma amaçlı içe doğru dönmüştü. Başını, zihninden bazı düşünceleri itmek istiyorcasına çok hafifçe salladı. Sinir bozucu. Büyüleyici. Bay Banner’ın sesi onu dalgınlığından çıkardı ve gözleri yavaşça açıldı. Muhtemelen bakışımı hissederek, gözlerime, uzun süredir aklımdan çıkmayan o sersemlemiş ifadeyle baktı. O saniyede suçluluk, pişmanlık ya da hiddet hissettmedim. Geri geleceklerini ve kısa zaman içinde geri geleceklerini biliyordum; ama o anda garip, şiddetli bir sarhoşluk hissettim, sanki kaybetmekten ziyade, zafer kazanmış gibi. Berrak kahverengi gözlerinden düşüncelerini okumaya çalışırken, ona uygunsuz bir şiddetle bakmama rağmen, gözlerini kaçırmadı. Cevaplardan çok, sorularla dolulardı. Kendi gözlerimin yansımasını ve susuzluktan simsiyah olduklarını da görebiliyordum. Son avlanmamdan beri neredeyse iki hafta olmuştu; bu irademin yıkılması için en güvenli gün değildi; ama siyahlık onu korkutmuş gibi gözükmüyordu. Hala gözlerini kaçırmıyordu ve yumuşak, mahvedici derecede çekici bir pembe tenini renklendirmeye başladı. Şimdi ne düşünüyordu? Neredeyse soruyu sesli soracaktım; ama o anda Bay Banner bana seslendi. Onun tarafına doğru kısa bir bakış atıp, aklından cevabı okudum. Hızlı bir soluk aldım. “Krebs Döngüsü.” Susuzluk boğazımı yaktı – kaslarımı gerginleştirip, ağzımı zehirle doldurdu – ve gözlerimi kapayıp içimde büyüyen, kanına duyduğum arzuya karşı odaklanmaya çalıştım. Canavar öncekinden güçlüydü. Canavar keyifliydi. Kendisine şiddetle arzuladığı şey için eşit şans veren geleceği benimsedi. Dağılan irademle – her şey arasında ortak kıskançlıkla yok olan – üçüncü, titrek geleceği inşa etmeye çalışıyordu ve amacına çok daha yakındı. Pişmanlık ve suçluluk, susuzlukla beraber yaktı ve eğer gözyaşı üretebilseydim, şu anda gözlerimi doldurmuş olurlardı. Ne yapmıştım? Savaşın çoktan kaybedildiğini bildiğime göre, istediğim şeye direnmenin bir sebebi yoktu; döndüm ve tekrar kıza gözlerimi diktim. Saçının arkasına saklanmıştı; ama aralardan yanaklarının koyu kırmızı olduğunu görebiliyordum. Canavar bundan hoşlandı. Bakışımla tekrar buluşmadı; ama koyu saçının bir buklesini parmaklarıyla gergin bir biçimde büktü. Narin parmaklarıyla, kırıldan bileğiyle – çok kırılganlardı, sanki sadece nefesim onları kırabilirmiş gibi. Hayır, hayır, hayır. Bunu yapamazdım. O çok narindi, çok iyiydi, bu kaderi haketmek için çok değerliydi. Hayatımın onunkiyle çatışıp, onu yok etmesine izin veremezdim. Ama ondan uzak da duramazdım. Alice bu konuda haklıydı. Ben tereddüt ederken içimdeki canavar sinirle tısladı. Bir saat çok çabuk geçti. Zil çaldığında bana bakmadan eşyalarını toplamaya başladı. Bu beni hayal kırıklığına uğrattı; ama başka türlüsünü bekleyemezdim. Kazadan beri ona davranışlarım affedilemezdi. “Bella?” dedim kendimi durduramayarak. İradem çoktan toz halindeydi. Bana bakmadan önce durakladı; döndüğünde ifadesi ihtiyatlı, güvensizdi. Güvenmemesi için her türlü hakkı olduğunu hatırlattım kendime. Güvenmemesi gerektiğini. Devam etmemi bekledi; ama sadece yüzünü okuyarak onu izledim. Susuzluğumla savaşarak sıradan aralıklarla sığ nefesler aldım. “Ne?” dedi sonunda. “Benimle tekrar konuşuyor musun?” Sesindeki dargınlığı, siniri gibi, sevimliydi. Gülümsemek istememe neden oldu. Sorusuna nasıl cevap vereceğimden emin değildim. Onunla konuşuyor muydum, kastettiği şekilde? Hayır. Eğer başarabilirsem hayır. Başarabilmeyi deneyecektim. “Hayır, tam olarak değil.” dedim ona. Gözlerini kapadı, ki bu beni rahatsız etti. Duygularına ulaşmamın en iyi yolunu kesmişti. Gözlerini açmadan uzun, yavaş bir nefes aldı. Çenesi kenetliydi. Hala gözleri kapalıyken, konuştu. Bu diyalog kurmak normal bir insan yolu değildi. Niye böyle yapmıştı? “O zaman ne istiyorsun Edward?” Dudaklarında ismimin sesi, vücuduma değişik şeyler yaptı. Eğer kalp atışım olsaydı, hızlanırdı. Ama ona nasıl cevap verecektim? Gerçeği söylemeye karar verdim. Bundan sonra ona karşı mümkün olduğunca dürüst olacaktım. Güvensizliğini hak etmek istemiyordum, güvenini kazanmak imkansız olsa bile. “Özür dilerim,” dedim ona. Bu bilebileceğinden daha doğruydu. Maalesef, güvenle sadece özür dileyebilirdim. “Çok kaba davranıyorum, biliyorum; ama böylesi daha iyi, gerçekten.” Eğer bunu devam ettirebilir, kaba olmaya devam edersem onun için daha iyi olacaktı. Yapabilir miydim? Gözleri açıldı, ifadesi hala ihtiyatlıydı. “Neden bahsettiğini bilmiyorum.” Onu iznim olduğu kadar uyarmaya çalıştım. “Eğer arkadaş olmazsak daha iyi.” Şüphesiz, bu kadarını hissedebilirdi. Zeki bir kızdı. “Bana güven.” Gözleri kısıldı ve bu sözleri ona daha önce söylediğimi hatırladım – tam da bir sözü bozmadan önce. Dişlerini birbirine kenetlediğinde irkildim – belli ki o da hatırlamıştı. “Bunu daha önce anlayamamış olman çok kötü.” dedi sinirle. “Kendini bütün bu pişmanlıktan kurtarabilirdin.” Ona şok içinde baktım. Pişmanlıklarımla ilgili ne biliyordu? “Pişmanlık mı? Neyin pişmanlığı?” “O aptal minibüsün beni ezmesine izin vermemenin pişmanlığı!” diye çıkıştı. Afallayıp donakaldım. Bunu nasıl düşünüyor olabilirdi? Hayatını kurtarmak onunla tanıştığımdan beri yaptığım kabul edilebilir tek şeydi. Utanmadığım tek şey. Var olduğum için beni sevindiren tek şey. Kokusunu yakaladığımdan beri onu hayatta tutmak için savaşıyordum. Benimle ilgili bunu nasıl düşünebilirdi? Bütün bu karmaşa içinde yaptığım tek iyi şeyi nasıl sorgulamaya kalkışabilirdi? “Hayatını kurtardığım için pişman olduğumu mu sanıyorsun?” “Olduğunu biliyorum.” Amaçlarımı değerlendirişi beni köpürttü. “Hiçbir şey bilmiyorsun.” Zihninin çalışması ne kadar kafa karıştırıcı ve anlaşılmazdı! Diğer insanlar gibi düşünmüyor olmalıydı. İç sessizliğinin sebebi bu olmalıydı. Tamamen farklıydı. Dişlerini gıcırdatarak yüzünü çevirdi. Yanakları bu sefer öfkeyle kızarmıştı. Kitaplarını sertçe topladı, kollarına aldı ve bakışımla buluşmadan kapıdan dışarı yöneldi. Sinirli olsam da, öfkesini biraz eğlendirici bulmamak imkansızdı. Nereye gittiğine bakmadan katı şekilde yürüdü ve ayağı kapının eşiğine katıldı. Sendeledi ve elindekiler yere düştü. Onları almaya eğilmek yerine aşağı bile bakmadan dimdik durdu, sanki toplanmaya değip değmediklerinden emin değilmiş gibi. Gülmemeyi başarabildim. Beni izleyen kimse yoktu; onun yanına uçtum, bakmadan önce kitaplarını topladım. Eğildiğinde beni gördü ve sonra donakaldı. Kitaplarını buz tenimin onunkine değmediğinden emin olarak ona uzattım. “Teşekkürler.” dedi soğuk, sert bir sesle. Tonu rahatsızlığımı geri getirdi. “Bir şey değil.” dedim aynı soğuklukla. Kalktı ve ayaklarını vurarak bir sonraki sınıfına ilerledi. Sinirli figürünü göremeyene kadar izledim. İspanyolca bir bulanıklık içinde geçti. Bayan Goff dalgınlığımı hiç sorgulamadı – benim İspanyolca’mın onunkinden iyi olduğunu biliyordu ve bana rahatlık tanıdı – düşünmek için beni özgür bıraktı. Yani, kızı görmezden gelemezdim. Bu çok açıktı; ama onu yok etmekten başka hiçbir şansım olmadığı anlamına mı geliyordu? Bu tek mümkün gelecek olamazdı. Başka bir seçenek olmak zorundaydı, narin bir denge. Bir yol düşünmeliydim… Saat neredeyse bitene kadar Emmett’a dikkat etmemiştim. Meraklıydı – Emmett karşısındakilerin ruh hallerine karşı pek hassas değildi; ama bendeki açık değişikliği görebiliyordu. Yüzümden hiç gevşemeyen öfkeli bakışı neyin kaldırdığını merak ediyordu. Değişikliği tanımlamak için çabaladı ve sonunda umutlu göründüğüme karar verdi. Umutlu? Dışarıdan böyle mi görünüyordu? Volvo’ya yürürken umut üzerine düşündüm, tam olarak ne için umutlanmam gerektiğini merak ederek. Ama düşünmek için çok vaktim olmadı. Kızla ilgili düşüncelere çok hassas olduğum için, benim… benim rakiplerimin – sanırım itiraf etmeliydim – kafalarındaki Bella’nın ismi dikkatimi çekti. Eric ve Tyler, Mike’ın başarısızlığını – büyük bir tatminle – duymuşladı ve kendi hamlelerini yapmaya hazırlanıyorlardı. Eric şimdiden Bella’nın ondan kaçamayacağı yerindeydi, kamyonetinin yanında bekliyordu. Tyler’ın sınıfı bir ödev tesllimi için geç bırakılmıştı ve Bella’yı kaçmadan önce yakalamak için çaresiz bir acele içindeydi. Bunu görmek zorundaydım. “Diğerlerini burada bekle tamam mı?” diye mırıldandım Emmett’a. Beni şüpheyle süzdü; ama sonra omuzlarını silkip başını salladı. Çocuk aklını yitirdi , diye düşündü, garip isteğimle eğlenerek. Bella’nın spor salonundan çıktığını gördüm geçmesi için beni göremeyeceği bir yerde bekledim. Eric’in pusuda beklediği kamyonetine yaklaştığında uzun adımlarla ileri yürüdüm, adımlarımı doğru anda geçmek için ayarladım. Onu bekleyen oğlanı gördüğünde vücudunun katılaştığını gördüm. Bir an donakaldı, sonra rahatladı ve ilerledi. “Selam Eric.” diye seslendiğini duydum dostça bir sesle. Birdenbire ve beklenmedik şekilde gerildim. Ya sağlıksız bir cilde sahip bu uzun çocuk ona bir şekilde hoş geliyorsa? Eric yüksek sesle yutkundu. “Selam Bella.” Oğlanın gerginliğinin farkında değil gibi görünüyordu. “N’aber?” diye sordu Bella, korkmuş yüz ifadesine bakmadan kamyonetinin kilidini açarak. “Iı, sadece acaba… benimle bahar dansına gelmek ister misin?” Sesi çatladı. Sonunda yukarı baktı. Şaşırmış mıydı yoksa memnun mu kalmıştı? Eric onun bakışıyla buluşamadı, o yüzden yüzünü zihninde göremedim. “Kızların teklif ettiğini sanıyordum.” dedi. “Evet.” diye katıldı perişan halde. Bu zavallı çocuk beni Mike Newton kadar sinirlendirmedi; ama Bella nazik bir sesle cevap verene kadar ona acıyamadım. “Sorduğun için teşekkürler; ama o gün Seattle’da olacağım.” “Ah,” diye mırıldandı zorlukla gözlerini onun burun hizasına kaldırarak. “Belki bir dahaki sefere.” “Tabii.” diye katıldı. Sonra sanki açık kapı bırakmaktan pişman olmuş gibi dudağını ısırdı. Bundan hoşlandım. Eric öne doğru çöktü ve uzaklaştı, yanlış yöne gidiyordu. Tek düşüncesi kaçmaktı. Tam o anda yanından geçtim ve rahatlıkla iç çektiğini duydum. Güldüm. Sese doğru döndü; ama ben direkt önüme bakıp dudaklarımın keyifle kıvrılmasını engellemeye çalıştım. Tyler arkamdaydı, Bella uzaklaşmadan önce yakalayabilmek için neredeyse koşuyordu. Diğerlerinden daha cesur ve kendine güvenliydi; Bella’ya yaklaşmak için bu kadar uzun beklemesinin tek sebebi Mike’ın hakkına saygı duymasıydı. Onu yakalamada başarılı olmasını iki sebepten istiyordu. Eğer – şüphelendiğim gibi – bütün bu ilgi Bella’yı rahatsız ediyorsa, tepkisini izleyerek eğlenmek istiyordum; ama eğer değilse – eğer Tyler’ın daveti umut ettiğiyse – bunu da bilmek istiyordum. Tyler Crowley’yi rakip olarak görüyordum, bunun yanlış bir şey olduğunu bile bile. Bana tamamen sıradan görünüyordu; ama Bella’nın tercihleriyle ilgili ne biliyordum ki? Belki de sıradan erkeklerden hoşlanıyordu… Bu düşünceden ürktüm. Asla sıradan bir erkek olamazdım. Kendimi onunla ilgilenenlere rakip olarak görmek çok aptalcaydı. Nasıl, her bakış açısından, bir canavar olan birinden hoşlanabilirdi ki? Bir canavar için çok iyiydi. Kaçmasına izin vermeliydim; ama bağışlanamaz merakım beni doğru olanı yapmaktan alıkoydu. Yine. Ancak Tyler şimdi şansını kaçırırsa, benim sonucu öğrenemeyeceğim bir zaman onunla iletişime geçecekti. Volvo’mu dar yola koyarak yolunu tıkadım. Emmett ve diğerleri yoldaydı; ama o benim garip davranışımı onlara açıklamıştı ve beni izleyerek, ne yaptığımı anlayamaya çalışarak yavaş yavaş yürüyorlardı. Kızı dikiz aynamdan izledim. Bakışımla buluşmadan arabamın arkasına öfkeyle baktı, paslanmış bir Chevy yerine tank sürüyor olmayı diliyor gibi görünüyordu. Tyler aceleyle arabasına gitti ve anlaşılmaz davranışıma minnettar kalarak onun arkasındaki sıraya girdi. Ona el salladı; ama Bella fark etmedi. Bir an bekledi, sonra arabasını bırakıp kamyonetin penceresine doğru gitti. Camı tıklattı. Bella olduğu yerde zıpladı ve sonra kafası karışarak ona baktı. Bir saniye sonra zorlanarak pencereyi indirdi. “Özür dilerim Tyler,” dedi sinirli bir sesle. “Cullen’ın arkasında takıldım.” Soyadımı sert bir sesle söylemişti – bana hala öfkeliydi. “Ah, biliyorum.” dedi Tyler, onun rahatısızlığı üzerine yılmayarak. “Sadece hazır burada sıkışmışken sana bir şey sormak istedim.” Sırıtması kendinden emindi. Açık niyeti üzerine kızın teninin beyazlaşmasından memnun kaldım. “Bana bahar dansı teklifi eder misin?” diye sordu, aklında reddedilme fikri olmadan. “Şehir dışında olacağım Tyler.” Sesinde sinir hala belliydi. “Evet, Mike söyledi.” “O zaman niye-?” Omuz silkti. “Sadece onu reddetmek için bir bahane olduğunu umuyordum.” Gözlerinde şimşekler çaktı, sonra soğudu. “Üzgünüm Tyler.” dedi, sesi hiçbir şekilde üzgün değildi. “Gerçekten şehir dışında olacağım.” Bu bahaneyi kabul etti, kendine güveni hala sağlamdı. “Sorun değil. Önümüzde balo var.” Arabasına geri döndü. Bunu beklemekte haklıydım. Yüzündeki dehşete düşmüş ifadeye paha biçilemezdi. Bana bilmek için bu kadar çaresiz olmamam gereken şeyi söylüyordu – onunla ilgilenen insan erkeklere karşı hiçbir duygusu olmadığını. Ayrıca, ifadesi muhtemelen gördüğüm en komik şeydi. Ailem, görüş alanındaki her şeye kaşlarımı çatarak öfkeyle bakmak yerine, kahkahayla sarsılıyor olmama şaşırarak arabaya vardı. Bu kadar komik olan ne? Emmett öğrenmek istiyordu. Bella öfkeyle gürültülü motoru hızlandırdığında yine kahkalara boğulurken sadece kafamı salladım. Yine bir tank diliyor gibi görünüyordu. “Gidelim!” diye tısladı Rosalie sabırsızlıkla. “Geri zekalılık yapmayı kes. Eğer başarabilirsen.” Sözleri beni sinirlendirmedi – çok eğleniyordum. Ancak istediğini yaptım. Eve giderken kimse benimle konuşmadı. Bella’nın yüzünü düşünerek gülmeye devam ettim. Artık görgü tanığı olmadığı için hızlanarak yola döndüğümde Alice ruh halimi mahvetti. “Yani, artık Bella’yla konuşabilecek miyim?” diye sordu aniden, söyleyeceklerini düşünüp bana uyarı vermeden. “Hayır.” diye çıkıştım. “Bu hiç adil değil! Neyi bekliyorum?” “Henüz hiçbir şeye karar verdim Alice.” “Herneyse Edward.” Kafasında, Bella’nın iki kaderi yine netti. “Onu tanımanın anlamı ne?” dedim, aniden suratsızlaşarak. “Eğer onu öldüreceksem?” Alice bir saniyeliğine durakladı. “Haklısın.” diye itiraf etti. Son köşeyi saatte doksan mille döndüm ve garajın arka duvarına bir santim hala durdum. “İyi koşmalar.” dedi Rosalie kendini beğenmiş bir tavırla, ben kendimi arabadan atarken. Ama bugün koşmaya gitmedim. Onun yerine, avlanmaya gittim. Diğerleri yarın avlanacaklardı; ama şimdi susuz olmayı göze alamazdım. Yine abarttım, gerekenden daha fazla içip kendimi şişirdim – küçük bir grup geyik ve yılın erken zamanında karşılaştığım için şanslı olduğum siyah bir ayı. O kadar doluydum ki rahatsız ediciydi. Bu niye yeterli olamıyodu? Niye kokusu her şeyden daha güçlü olmak zorundaydı? Ertesi güne hazırlık için avlanmıştım; ama artık avlanamayınca ve güneşin doğmasına daha saatler olduğunu görünce, ertesi günün yeterince yakın olmadığını fark ettim. Gidip kızı bulacağımı anladığımda öfke beni tekrar sardı. Forks’a dönerken kendimle tartıştım; ama daha az asil olan taraf kazandı ve affedilemez planıma uydum. Canavar huzursuzdu; ama iyi bağlanmıştı. Onunla aramda güvenli bir mesafe bırakacağımı biliyordum. Sadece nerede olduğunu bilmek istiyordum. Sadece yüzünü görmek Geceyarısını geçmişti, Bella’nın evi karanlık ve sessizdi. Kamyoneti kaldırımın kenarına park edilmişti, babasının polis arabası yoldaydı. Mahallede hiçbir yerde uyanık düşünceler yoktu. Evi, doğusundaki ormanın karanlığında bir süre izledim. Ön kapı büyük ihtimalle kilitli olurdu – problem değildi; ama arkamda kanıt olarak kırık bir kapı bırakmak istemiyordum. Öncelikle yukarı kat penceresini denemeye karar verdim. Oraya kilit takmaya uğraşan pek olmazdı. Açıklığı geçtim ve evin önüne yarım saniyede tırmandım. Pencerenin üzerine tutunup sarkarken, camdan içeri baktım ve soluğum kesildi. Bu onun odasıydı. Onu küçük bir yatakta görebiliyordum, örtüleri yerdeydi ve çarşafı bacaklarının etrafında kıvrılmıştı. Onu izlerken, huzursuzca döndü ve bir kolunu başının üzerine attı. Sesli uyumuyordu, en azından bu gece. Yakınındaki tehlikeyi hissetmiş miydi? Tekrar döndüğünü izlerken kendimi geriye ittim. Röntgenci bir adamdan nasıl daha iyi olabilirdim? Daha iyi değildim. Çok, çok daha kötüydüm. Kendimi bırakmak üzere parmaklarımı gevşettim; ama önce yüzüne uzunca baktım. Huzurlu değildi. Kaşlarının arasındaki o buruşukluk oradaydı ve dudaklarının kenarları aşağıya doğruydu. Dudakları titredi ve sonra ayrıldı. “Tamam anne.” diye mırılandı. Bella uykusunda konuşuyordu. Merak alevlendi ve kendime olan nefretimi yendi. Korunmasız, bilinsiz söylenen düşüncelerin cazibesi imkansız derecede çekiciydi. Pencereyi denedim. Sıkışmış olmasına rağmen, kilitli değildi. Metal çerçeveden çıkan her sesle sinerek, yavaşça yukarı doğru ittim. Bir sonraki sefer için yağ bulmam gerekliydi… Bir sonraki sefer? Tekrar nefret ederek başımı salladım. Kendimi yavaşça yarı açık pencereden içeri soktum. Odası küçüktü – dağınık; ama temiz. Yatağının yanında, yerde toplanmış kitaplar vardı. Kapakları bana dönük değildi ve ucuz CD çalarının yanına CD’ler yerleştirilmişti – en üstteki sadece açık bir mücevher kutusuydu. Kağıt kümeleri eski teknolojiler müzesine bağışlanmışa benzeyen bir bilgisayarı çevreliyordu. CD’lerinin ve kitaplarının başlıklarını okumayı çok istedim; ama mesafeyi koruyacağıma dair kendime söz vermiştim; onun yerine gidip odanın uzak köşesindeki eski sallanan koltuğa oturdum. Gerçekten, önceden onun sıradan görünümlü olduğunu düşünmüş müydüm? O ilk günü ve onunla anında ilgilenen oğlanlardan tiksindiğimi düşündüm; ama şimdi onların zihinlerindeki yüzünü hatırladığımda, onu neden hemen güzel bulmadığımı anlayamıyordum. Bu çok açık gözüküyordu. Şu anda – beyaz tenli yüzünü etrafinda karışık ve dağınık olarak saran koyu renkli saçlarıyla, deliklerle dolu eski püskü tişörtü ve pejmürde eşofman altıyla, biliçsizlikle rahatlamış yüz hatları ve hafifçe aralanmış dudaklarıyla – nefesimi kesiyordu. Ya da keserdi, diye düşündüm alayla, eğer nefes alıyor olsaydım. Konuşmadı. Belki de rüyası sona ermişti. Yüzüne baktım ve geleceği katlanılabilir hale getirmek için bir yol düşünmeye çalıştım. Onu incitmek katlanılamazdı. Bu tek seçeneğimin onu tekrar bırakmak olduğu anlamına mı geliyordu? Diğerleri artık benimle tartışamazlardı. Yokluğum kimseyi tehlikeye sokmazdı. Şüphe olmazdı, insanların düşüncelerini o kazaya bağlayacak hiçbir şey yoktu. Bu öğleden sonraki gibi bocaladım ve hiçbir şey mümkün gözükmedi. Bazı insan erkekler onu çekse ya da çekmese bile ben onlara rakip olmayı umamazdım. Ben bir canavardım. Beni nasıl başka bir şey olarak görebilirdi. Eğer benimle ilgili gerçeği bilseydi, bu onu korkutup kaçırırdı. Korku filminde, seçilmiş bir kurban gibi korkuyla çığlık atarak kaçardı. Biyoloji’deki ilk gününü hatırladım… bunun onun vereceği en doğru tepki olduğunu biliyordum. Eğer o salak dansa onu davet eden ben olsaydım, aceleyle yapılmış planlarını iptal edip benimle beraber gitmeyi kabul edeceğini hayal etmek aptallıktı. Kaderinde evet diyeceği kişi ben değildim. Başka biriydi, insan olan ve sıcak olan biri. Ve ben – bir gün, o evet dendiğinde – ben kendime gidip onu öldürmek için izin veremeyecektim, çünkü o her kimse, Bella onu hak ediyor olacaktı. Seçtiği kişiyle mutluluğu ve aşkı hak ediyordu. Doğru şeyi yapmayı ona borçluydum; daha fazla, bu kıza aşık olmanın sadece tehlikesindeymişim gibi davranamazdım. Sonuçta, gidersem pek bir şey fark etmeyecekti çünkü Bella beni, dilediğim şekilde asla göremezdi. Beni asla sevmeye değecek biri olarak göremezdi. Asla. Ölü, donmuş bir kalp kırılabilir miydi? Benimki kırılacak gibi hissediyordum. “Edward.” dedi Bella. Kapalı gözlerine bakarak donakaldım. Uyanıp beni burada yakalmış mıydı? Uyuyor gibi gözüküyordu, yine de sesi çok berraktı. Sessizce içini çekti ve sonra huzursuzca döndü –hala uyuyordu ve rüya görüyordu. “Edward.” diye mırılandı yavaşça. Rüyasında beni görüyordu. Ölü, donmuş bir kalp tekrar atabilir miydi? Benimki atacak gibi hissediyordum. “Kal.” diye içini çekti. “Gitme. Lütfen… gitme.” Beni rüyasında görüyordu ve kabus bile değildi. Onunla kalmamı istiyordu. Beni saran duygulara isim vermek için uğraştım; ama onları anlatabilecek kadar güçlü kelimeler yoktu. Uzun bir süre, içlerinde boğuldum. Yüzeye çıktığımda, önceden olduğum adam değildim. Hayatım bitmeyen, değişmeyen bir geceydi. Her zaman, gereksinim olarak, benim için gece olmalıydı. O zaman şu anda, gecemin yarısında, güneşin doğuyor olması nasıl mümkün olabilirdi? Vampire dönüştüğüm zaman, dönüşümün kavurucu acısında, ruhumu ve ölümlülüğümü, ölümsüzlüğe takas ederken, tamamen donmuştum. Vücudum etten çok kayaya benzeyen bir şeye dönüşmüştü, değişmez ve dayanıklı. Ben de donmuştum – kişiliğim, sevdiklerim ve sevmediklerim, ruh hallerim ve arzularım; hepsi oldukları yerde kalmışlardı. Geri kalanı için de bu aynıydı. Hepimiz donmuştuk. Yaşayan taşlar. Değişim birimize geldiğinde, bu nadir ve kalıcı bir şeydi. Bunun Carlisle’nin ve bir on yıl sonra Rosalie’nin başına geldiğini görmüştüm. Aşk onları sonsuz ve asla solmayan bir şekilde değiştirmişti. Carlisle Esme’yi bulalı seksen yıldan fazla olmuştu; ama yine de ona hala ilk aşkın inanılmaz gözleriyle bakıyordu. Onlar için bu her zaman öyleydi. Benim için de her zaman öyle olacaktı. Limitisiz var oluşum boyunca, her zaman bu kırılgan kızı sevecektim. Bu aşkı vücudumun her zerresinde hissederek bilinçsiz yüzünü izledim. Şimdi daha huzurlu uyuyordu, dudaklarında hafif bir gülümseme vardı. Onu seviyordum ve o yüzden onu bırakmak için yeterince güçlü olmaya çalışacaktım. Şimdi o kadar güçlü olmadığımı biliyordum. Bunun üzerinde çalışacaktım; ama belki, geleceği başka bir şekilde alt edebilirdim. Alice Bella için sadece iki gelecek görmüştü ve şimdi ikisini de anlıyordum. Eğer kendime hata yapma izni verirsem, onu sevmek beni onu öldürmekten alıkoymayacaktı. Yine de, şimdi canavarı hissedemiyordum, onu içimde hiçbir yerde bulamıyordum. Belki, aşk onu sonsuza dek susturmuştu. Eğer şimdi onu öldürüsem, bu kasıtlı olmayacaktı, sadece feci bir kaza olacaktı. Aşırı derecede dikkatli olmam gerekecekti. Asla gardımı düşüremeyecektim. Her nefesimi kontrol etmem gerekecekti. Her zaman ihtiyatlı bir mesafe bırakmam gerekecekti. Sonunda ikinci geleceği anlamıştım. O görüş beni şaşırtmıştı –Bella’yı bu ölümsüz yarı-yaşama tutsak edecek ne olabilirdi? Şimdi –bu kıza olan arzumda mahvolmuşken- babamdan, affedilemez bir bencillikle, bu iyiliği nasıl isteyebileceğimi anlayabiliyordum. Onu sonsuza dek tutabilmek için babamdan onun hayatını ve ruhunu elinden almasını isteyebileceğimi. O daha iyisini hak ediyordu. Ama başka bir gelecek daha görüyordum, eğer dengemi sağlayabilirsem üzerinde yürüyebileceğim ince bir ip. Bunu yapabilir miydim? Onunla birlikte olup, onu insan bırakabilir miydim? Kasten, derin bir nefes aldım, ve sonra başka bir soluk. Kokusunun beni ateş gibi yakıp geçmesine izin verdim. Oda onun kokusuyla doluydu; her yüzeye yayılmıştı. Başım döndü; ama bununla savaştım. Eğer onunla herhangi bir ilişki denemesi yapacaksam, buna alışmak zorundaydım. Başka bir yakıcı nefes daha aldım. Doğudaki bulutlardan güneş doğmaya başlayana kadar, plan kurup soluk alarak uyuyuşunu izledim.
Eve diğerleri okul için çıktıktan hemen sonra vardım. Esme’nin sorgulayan gözlerini görmezden gelerek üzerimi hızlıca değiştirdim. Yüzümdeki heyecanlı ışığı görmüştü ve hem endişe, hem de rahatlık hissetmişti. Uzun bunalımımım onun acı çekmesine neden olmuştu ve bitmiş gibi gözükmesine sevinmişti. Okula koştum ve kardeşlerimden birkaç saniye sonra okula vardım. En azından Alice burada asfaltı çevreleyen ağaçların arasında olduğumu bilmesine rağmen hiçbiri dönmedi. Kimse bakmayana kadar bekledim ve sonra ağaçlardan park yerine doğru yürüdüm. Bella’nın kamyonetinin gürültüsünü köşede duydum ve bir Suburban’ın arkasında, gözükmeden izleyebileceğim bir yerde durdum. Suratı asık halde park yerine girdi, en uzak yerlerden birine park etmeden önce uzun süre Volvo’ma öfkeyle baktı. Muhtemelen hala bana sinirli olduğunu – ve iyi bir sebeple – hatırlamak garipti. Kendime gülmek istedim – ya da kendimi tekmelemek. Eğer benden hoşlanmıyorsa bütün planlarım tartışılabilirdi değil mi? Rüyası tamamen rastgele bir şeyle ilgili de olabilirdi. Kendini beğenmiş aptalın tekiydim. Eh, eğer benimle ilgilenmiyorsa onun için çok daha iyi olurdu. Bu benim onun peşinden koşmayı bırakmamı sağlamazdı; ama bu sırada ona eşit olarak uyarı da verecektim. Bunu ona borçluydum. Yavaşça ilerledim, en iyi şekilde nasıl yaklaşabileceğimi düşünerek. İşimi kolaylaştırdı. Çıkarken kamyonetinin anahtarları parmaklarından kaydı ve derin bir su birikintisine düştü. Eğildi; ama ben daha önce ulaştım ve elini soğuk suya sokmak zorunda kalmadan önce aldım. Şaşırıp dikelirken kamyonetine yaslandım. “Bunu nasıl yapıyorsun?” diye sordu. Evet, hala kızgındı. Anahtarı uzattım. “Neyi?” Elini uzattı ve anahtarı avcuna bıraktım. Kokusunu içime çekerek derin bir nefes aldım. “Aniden ortaya çıkmayı.” diye açıkladı. “Bella, eğer sen dikkatli değilsen bu benim hatam değil.” Sözler alaycı, neredeyse şakaydı. Görmediği başka bir şey var mıydı? Sesimin onun ismini nasıl okşadığını duymuş muydu? Espri anlayışımı beğenmeyerek öfkeyle bana baktı. Kalp atışı hızlandı –öfkeden mi? Korkudan mı? Bir süre sonra aşağıya baktı. “Dünkü trafik sıkışıklığı nedendi?” diye sordu gözlerime bakmayarak. “Ben yokmuşum gibi davranacağını sanıyordum, beni sinirden öldürmeye çalışacağını değil.” Hala çok sinirliydi. Onunla işleri düzeltmek için biraz uğraşmam gerekecekti. Ona dürüst davranma çözümümü hatırladım… “O Tyler’ın iyiliği içindi, kendim için değil. Ona bu şansı vermeliydim.” Ve sonra güldüm. Dünkü yüz ifadesini düşününce kendime engel olamadım. “Sen-“ diye soludu ve sonra lafını kesti, bitirmek için çok sinirli gözüküyordu. İşte – aynı ifade vardı yüzünde. Başka bir kahkahayı yuttum. Şimdiden yeterince öfkeliydi. “Ve sen yokmuşsun gibi davranmıyorum.” diye bitirdim. Bunu sıradan, alaycı tutmak en doğrusuydu. Eğer gerçekte ne hissettiğimi görmesine izin verirsem, anlamazdı. Onu korkuturdu. Duygularımı kontrol altında tutmam gerekliydi… “O zaman beni sinirden öldürmek mi istiyorsun? Tyler’ın minibüsü işi halletmediğine göre?” Ani bir öfke beni çarptı. Buna gerçekten inanabilir miydi? Bu kadar gücenmem mantıksızdı – dün gece geçirdiğim değişimi bilmiyordu; ama yine de öfkeliydim. “Bella gerçekten saçmalıyorsun.” Yüzü kızardı ve bana arkasını döndü. Uzaklaşmaya başladıç Vicdan azabı. Öfkelenmeye hakkım yoktu. “Bekle.” diye rica ettim. Durmadı o yüzden onu takip ettim. “Özür dilerim, bu kabaydı. Gerçek değil demiyorum” –ona zarar herhangi bir şekilde zarar vermek istediğimi hayal etmek saçmaydı- “ama yine de bunu söylemek kabaydı.” “Niye beni yalnız bırakmıyorsun?” İnan bana , demek istedim. Denedim. Ah, ayrıca sana perişan bir şekilde aşığım. Umursamaz tut. “Sana bir şey sormak istiyordum; ama konuyu değiştirdin.” “Senin çift kişilik problemin mi var?” diye sordu. Mutlaka öyle gözüküyor olmalıydı. Ruh halim değişkendi, çok fazla yeni duyguyla tanışıyordum. “Yine aynı şeyi yapıyorsun.” İç çekti. “İyi o zaman. Ne sormak istiyorsun?” “Merak ediyordum da, haftaya cumartesi…” Yüzünden şok geçtiğini gördüm ve başka bir kahkahayı geri yuttum. “Biliyorsun, bahar dansı günü-“ Sonunda gözlerini benimkilere çevirip sözümü kesti. “Komik olmaya mı çalışıyorsun?” Evet. “Bitirmeme izin verir misin?” Dişlerini yumuşak alt dudağına bastırarak sessizce bekledi. Bu görüntü bir saniyeliğine dikkatimi dağıttı. Garip, yabancı reaksiyonlar, unutulmuş insan özümü hareketlendirdi. Rolümü oynayabilmek için onlardan kurtulmaya çalıştım. “O gün Seattle’a gideceğini duydum ve belki birinin seni bırakmasını istersin?” diye önerdim. Fark ettim ki, planlarını paylaşmak, onu bunlarla ilgili sorguya çekmekten daha iyiydi. Bana boş bir yüz ifadesiyle baktı. “Ne?” “Seni Seattle’a birinin bırakmasını ister misin?” Bir arabada onunla yalnız olmak –bu fikir boğazımı yaktı. Derin bir nefes aldım. Buna alış. “Kimin?” diye sordu, gözleri yine büyümüş ve şaşırmıştı. “Benim tabii ki.” dedim yavaşça. “Niye?” Ona eşlik etmeyi istemek gerçekten o kadar büyük bir şok muydu? Önceki davranışlarıma mutlaka en kötü anlamı yüklemiş olmalıydı. “Eh,” dedim mümkün olduğunca sıradan bir sesle, “Önümüzdeki haftalarda ben de Seattle’a gitmek istiyordum ve dürüst olmak gerekirse kamyonetinin bunu başarabileceğinden emin değilim.” Onunla alay etmek, kendime ciddi olma izni vermekten daha güvenli görünüyordu. “Kamyonetim gayet iyi durumda, yine de ilgin için teşekkürler.” dedi aynı şaşırmış sesle. Tekrar yürümeye başladı. Adımlarımı ona uydurdum. Gerçekten hayır dememişti, o yüzden bu avantajı zorladım. Hayır der miydi? Eğer derse ben ne yapardım? “Ama kamyonetin bir depo benzinle oraya gidebilecek mi?” “Bunun seni neden ilgilendirdiğini göremiyorum.” diye homurdandı. Bu hala hayır değildi ve kalp atışı ile soluk alıp verişi hızlanmıştı. “Kısıtlı kaynakların boşuna harcanması herkesi ilgilendirir.” “Açıkçası Edward, seni anlayamıyorum. Arkadaşım olmak istemediğini sanıyordum.” İsmimi söylediğinde bir heyecan dalgası beni çarptı. Aynı anda nasıl hem normal hem de dürüst olabilirdim? Dürüst olmak daha önemliydi. Özellikle bu noktada. “Arkadaş olmazsak daha iyi olur dedim, istemediğimden değil.” “Ah, teşekkürler. Şimdi her şey açığa çıktı.” dedi alayla. Kafeteryan çatısının altında durakladı ve gözleri tekrar benimkilerle buluştu. Kalp atışları tekledi. Korkmuş muydu? Kelimelerimi dikkatle seçtim. Hayır, ben onu bırakamazdım; ama belki o çok geç olmadan beri bırakmaya yetecek kadar akıllı davranırdı. “Arkadaşım olmaman senin için daha… iyi olur.” Gözlerinin erimiş çikolata rengi derinliklerine bakarken, umursamaz davranma yeteneğimi kaybettim. “Ama senden uzak durmaya çalışmaktan yoruldum Bella.” Kelimeler çok, çok hararetle çıktı. Nefes alıp verişi durdu ve tekrar başlaması için geçen bir saniyede bu beni endişelendirdi. Onu ne kadar korkutmuştum? Eh, öğrenecektim. “Benimle Seattle’a gelir misin?” diye sordum. Kalbi yüksek sesle atarak başını salladı. Evet . O bana evet demişti. Ve sonra bilincim beni tokatladı. Bu ona neye mal olacaktı? “Gerçekten benden uzak durmalısın.” diye uyardım onu. Beni duymuş muydu? Onu tehdit ettiğim gelecekten kaçar mıydı? Onu kendimden kurtarmak için hiçbir şey yapamaz mıydım? Umursamaz davran , diye bağırdım kendime. “Sınıfta görüşürüz.” Oradan kaçarken, kendimi koşmaktan alıkoymak için odaklanmam gerekti.
| |
|