asi_melek Usta Senarist
Mesaj Sayısı : 215 Kayıt tarihi : 03/07/10 Nerden : İstanbul
| Konu: Midnight Sun - Geceyarısı Güneşi /9.Bölüm (Port Angeles) Çarş. Tem. 07, 2010 7:38 pm | |
|
9.Bölüm (Port Angeles)
Port Angeles’a vardığımda, şehirde araba sürmem için çok aydınlıktı; güneş hala tepedeydi ve pencerelerim karanlık olmasına rağmen, gereksiz riskler almanın bir manası yoktu. Daha fazla gereksiz risk, demeliydim. Jessica’nın düşüncelerini uzaktan bulabileceğime emindim – onun düşünceleri Angela’nınkilerden daha yüksek sesliydi; ama birincisini bulduğumda, ikincisini de duyabilirdim. Sonra, gölgeler uzadığında yaklaşabilirdim. Şimdilik çok ender kullanılıyor gözüken, şehrin hemen dışında bir yola çektim. Arayacağım genel yönü biliyordum – Port Angeles’ta elbise alışverişi için tek bir yer vardı. Jessica’yı üç yönlü bir aynın önünde dönerken bulmam uzun sürmedi ve Bella’yı arkadaşının giydiği siyah elbiseyi incelerken çevresel görüşünde görebiliyordum. Bella hala sinirli görünüyor. Ha ha. Angela haklıymış – Tyler kendi kendine gelin güvey oluyormuş. Bu kadar öfkeli olmasına inanamıyorum ama. En azından balo için yedek biri olduğunu biliyor. Ya Mike dansta eğlenmezse ve bana tekrar çıkma teklif etmezse? Ya baloya beraber için Bella’ya teklif ederse? Eğer ben hiçbir şey söylemeseydim Mike’a dans teklifi eder miydi? Mike onun benden güzel olduğunu düşünüyor mu? O, kendinin benden daha güzel olduğunu düşünüyor mu? “Bence mavi olan daha iyi. Gözlerinin rengini ortaya çıkarıyor.” Jessica Bella’ya sahte bir sıcaklıkla gülümsedi, bir yandan da onu şüpheyle inceledi. Gerçekten böyle mi düşünüyor? Yoksa cumartesi günü bir inek gibi görünmemi mi istiyor? Jessica’yı dinlemekten çok bıkmıştım. Angela için yakınları taradım – ah; ama kıyafet değiştiyordu ve ona mahremiyet vermek için çabucak zihninden çıktım. Pekala, Bella’nın mağazada girebileceği çok fazla bela yoktu. Alışveriş yapmalarına izin verip bitirdiklerinde onları yakalayacaktım. Karanlık basması çok uzun sürmeyecekti – bulutlar batıdan doğru geri dönüyordu. Sık ağaçların arasından sadece gözüme ilişip kayboluyorlardı; ama gün batımına nasıl acele ettiklerini görebiliyordum. Onları memnuniyetle karşıladım, daha önce hiç olmadığı kadar gölgeleri için istekliydim. Yarın okulda tekrar Bella’nın yanına oturabilirdim, öğle yemeğinde dikkatini tekelime alabilirdim. Biriktirdiğim bütün soruları sorabilirdim… Yani, Tyler’ın küstahlığına sinirliydi. Bunu zihninde görmüştüm – balo hakkında söylediklerinde tamamen ciddi olduğunu, risk almadığını. O öğleden sonraki ifadesini kafamda canlandırdım – öfkeli inanamamazlık – ve güldüm. Ona bu konuda ne diyeceğini merak ettim. Tepkisini kaçırmak istemezdim. Gölgelerin uzamasını beklerken zaman çok yavaş çekti. Jessica’yı belirli aralıklarla kontol ettim; iç sesi bulunması en kolayıydı; ama orda uzun süre kalmaktan hoşlanmadım. Yemek yemeyi planladıkları yeri gördüm. Akşam yemeği vaktine kadar karanlık olacaktı… Belki ben de tesadüfen aynı restoranı seçerdim. Alice’i yemeğe davet etmeyi düşünerek cebimdeki telefona dokundum. Buna bayılırdı; ama Bella’yla konuşmak da isterdi. Bella’nın benim dünyama daha fazla girmesine hazır olduğumda emin değildim. Bir vampir belası yeterli değil miydi? Tekrar Jessica’yı kontrol ettim. Takısını düşünüyor, Angela’ya akıl danışıyordu. “Belki de kolyeyi geri vermeliyim. Evde muhtemelen işe yarayacak bir tane var ve harcamam gerekenden fazla harcadım…” Annem delirecek. Ne düşünüyordum? “Geri dönmenin benim için bir sakıncası yok; ama Bella bizi arar mı sence?” Bu da neydi? Bella onlarla değil miydi? Önce Jessica’nın gözlerinden, sonra Angela’nınkilerden etrafa baktım. Mağazalarla dolu bir kaldırımdalardı, diğer yola dönüyorlardı. Bella hiçbir yerde yoktu. Ah, Bella kimin umrunda? diye düşündü Jess sabırsızlıkla, Angela’nın sorusunu yanıylamadan önce. “Bir şey olmaz. Geri dönsek bile restorana zamanında yetişebiliriz. Zaten, yalnız kalmak istiyor sanırım.” Jessica’nın Bella’nın gittiğini düşündüğü kitapçının kısa bir görüntüsünü yakaladım. “Acele edelim o zaman.” dedi Angela. Umarım Bella onu ektiğimizi düşünmez. Arabada bana çok iyi davranmıştı… Gerçekten tatlı biri; ama bugün keyifsiz görünüyordu. Acaba Edward Cullen yüzünden mi? Bahse girerim ki ailesiyle ilgili soru sormasının sebebi budur… Daha çok dikkat etmeliydim. Neler kaçırmıştım? Bella kendi başına dolaşıyordu ve daha önce beni mi sormuştu? Angela şimdi Jessica’ya dikkat ediyordu – Jessica o geri zekalı Mike hakkında konuşuyordu – ve ondan daha fazla bir şey alamadım. Gölgelere baktım. Güneş yeterince kısa sürede bulutların arkasına girecekti. Eğer binaların solan güneş ışığını engelledikleri yolun batı tarafında kalırsam… Şehrin merkezine giden seyrek trafikte ilerlerken huzursuz hissetmeye başladım. Bu daha önce düşündüğüm bir eşy değildi – Bella’nın onlardan ayrılması – ve onu nasıl bulacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Bunu düşünmeliydim. Port Angeles’ı iyi biliyordum; arayışımın kısa süreceğini umarak direkt olarak Jessica’nın kafasında gördüğüm kitapçıya gittim; ama kolay olacağından şüpheliydim. Bella ne zaman işleri kolaylaştırmıştı ki? Tabii ki, küçük kitapçı tezgahın arkasındaki bir kadın dışında bomboştu. Bella’nın ilgileneceği bir yere benzemiyordu – gerçekçi bir insan için çok yeni nesildi. İçeri girmeye zahmet edip etmediğini merak ettim. Park edebileceğim bir gölge vardı… Dükkana karanlık bir yol oluşturuyordu. Gerçekten yapmamalıydım. Güneş ışığının parıldadığı saatlerde dışarıda dolaşmak güvenli değildi. Ya geçen arabalardan biri güneş ışığını yanlış anda yansıtırsa? Ama Bella’yı başka türlü nasıl arayacağımı bilmiyordum! Park edip gölgenin en derin tarafından dışarı çıktım. Hızla dükkana girerken havada Bella’nın kokusunun zayıf izini aldım. Buradaydı, kaldırımdaydı; ama dükkanın içinde kokusundna eser yoktu. “Hoşgeldiniz! Yardımcı olabilir mi–” diye başladı satıcı kadın; ama çoktan kapıdan çıkmıştım. Bella’nın kokusunu gölgenin izin verdiği kadar takip ettim ve güneş ışığının kıyısında durdum. Bu bana ne kadar güçsüz hissettiriyordu – önümdeki kaldırımdaki karanlık ve aydınlık arasındaki çizgi tarafından engellenmek. Çok sınırlı. Sadece devam edip güneye doğru gittğini tahmin edebildim. O yönde pek bir şey yoktu. Yolunu mu kaybetmişti? Eh, bu ihtimal karakterinden tamamen uzak gelmiyordu. Arabaya bindim ve onu arayarak yavaşça sokaklarda ilerledim. Birkaç ayrı gölgede daha durdum; ama sadece kokusunu bir kere daha yakalayabildim ve yönü kafamı karıştırdı. Nereye gitmeye çalışıyordu? Kitapçı ve restoran arasındai Bella’yı yolda görme umuduyla birkaç kere ileri geri gittim. Jessica ve Angela çoktan oradaydı, sipariş mi vereceklerine yoksa Bella’yı mı bekleyeceklerine karar veriyorlardı. Jessica hemen sipariş vermek için bastırıyordu. Yabancıların zihinlerini taramaya, gözlerinden bakmaya başladım. Şüphesiz, biri mutlaka onu bir yerde görmüş olmalıydı. O kayıp kaldıkça daha da çok endişelendim. Onu bulmanın ne kadar zor olacağını daha önce hiç düşünmemiştim, şimdiki gibi, görüşümden ve normal yollarından uzaktayken. Bundan hiç hoşlanmadım. Bulutlar ufuktaydı ve birkaç dakika içinde onu yaya olarak takip etmek için özgür olacaktım. Uzun süremeyecekti o zaman. Şu anda beni bu kadar çaresiz bırakan tek şey güneşti. Sadece birkaç dakika, o zaman avantaj tekrar bende olacaktı ve güçsüz olan insan dünyası olacaktı. Başka bir zihin, ve başka bir tanesi daha. Çok fazla önemsiz düşünce. … sanırım bebek başka bir kulak enfeksiyonu kaptı… 6-4-0 mıydı yoksa 6-0-4 mü…? Yine geç kaldı. Ona söylemeliyim ki… İşte geliyor! Aha! İşte, sonunda, en azından yüzü vardı. Sonunda biri onu fark etmişti! Rahatlık sadece bir saniyenin ufak bir parçası kadar sürdü ve sonra gölgeler içinde onun yüzüne bakan adamın düşüncelerini tam olarak okudum. Zihni tanıdık değildi; ama tamamen yabancı da değildi. Eskiden tam olarak böyle zihinleri avlamıştım. “HAYIR!” diye kükredim ve hırlamalar boğazımdan çıktı. Ayağım gaz pedalını zemine doğru itti; ama nereye gidiyordum? Düşüncelerinin genel yönünü biliyordum; ama bu yeterince ayrıntılı değildi. Bir şey, bir şey olmalıydı – bir sokak işareti, bir dükkan vitrini, görüşü içinde yerini ele verecek bir şey – ama Bella gölgelerin içindeydi ve adamın gözleri sadece onun korkmuş ifadesine odaklanmıştı – oradaki korkudan zevk alıyordu. Yüz, kafasındaki diğer suratların anısıyla bulanıklaştı. Bella onun ilk kurbanı değildi. Hırlamalarımın sesi arabanın çerçevesini salladı; ama bu dikkatimi dağıtmadı. Arkasındaki duvarda hiç pencere yoktu. Endüstriyel bir yerdi, alışveriş yerlerinden uzakta bir yer. Arabam doğru olduğunu umduğum yöne giderken köşeyi döndü, başka bir arabayı daha yoldan çıkardı. Diğer sürücü kornasını çaldığında ses çok arkamdaydı. Şunun titreyişine bak! Adam umutla kıkırdadı. Korku çeken şeydi – keyif aldığı kısım. “Benden uzak dur.” Sesi alçak ve sakindi, bir çığlık değildi. “Böyle yapma tatlım.” Başka yönden gelen zorba bir kahkaha üzerine ürkmesini izledi. Sesten rahatsız olmuştu – Kes sesini Jeff! diye düşünmüştü – ama geri çekilmesinden hoşlanmıştı. Bu onu heyecanlandırmıştı. Ricalarını, yalvarış şeklini hayal etmeye başlamıştı… Sesli kahkahayı duyana kadar başkaları olduğunu fark etmemiştim. Kullanabileceğim bir şey bulabilmek için çaresiz, diğerlerini taradım. Adam ona doğru ilk adımı atıyor, ellerini esnetiyordu. Etrafındaki zihinler onunki gibi çöplük değildi. Hepsi hafiften sarhoştu, hiçbiri Lonnie diye seslendikleri adamın bunda ne kadar ileri gitmeyi planladığının farkında değildi. Lonnie’yi kör halde takip ediyorlardı. Onlara biraz eğlence vaat etmişti… Biri gerginlikle sokağa baktı – kızı taciz ederken yakalanmak istemiyordu – ve bana ihtiyacım olan şeyi verdi. Baktığı sokağı tanıdım. Kırmızı ışıkta fırladım, hareket halindeki trafikte iki araba arasındaki ancak yeterince genişliğe sahip boşluktan sıyrıldım. Arkamda kornalar çalındı. Telefonum cebimde titredi. Duymazdan geldim. Lonnie yavaşça kıza doğru ilerledi. Çığlık atmasını bekledi ve bunun tadını çıkarmaya hazırlandı. Ama Bella çenesini kenetledi ve kendini destekledi. Şaşırmıştı – kaçmayı deneyeceğini düşünmüştü. Şaşarmış ve hafifçe hayal kırıklığına uğramıştı. Kurbanını kovalamayı, avın adrenalinini severdi. Bu cesur. Belki daha iyi, sanırım… daha çok savaş. Bir blok ötedeydim. Canavar motorun kükremesini duyabilirdi; ama hiç dikkat etmedi, kurbanına yoğunlaşmıştı. Kendisi kurban olduğunda avdan nasıl keyif aldığını görecektim. Benim av stilim hakkında ne düşüneceğini görecektim. Kafamın içinde başka bir bölgede, çoktan daha önce şahit olduğum işkence yöntemlerini tarıyordum, içlerinde en acı verici olanını arıyordum. Bunun için acı çekecekti. Istırap içinde kıvranacaktı. Diğerleri kendi kısımları için sadece öleceklerdi; ama bu Lonnie isimli canavar ben ona o hediyeyi vermeden çok uzun süre önceden ölmek için yalvaracaktı. Yoldaydı, ona doğru geliyordu. Köşeyi keskin şekilde döndüm, farlarım üzerlerini aydınlattı ve kalanını oldukları yerde dondurdu. Yoldan sıçrayan lideri ezebilirdim; ama bu onun için çok kolay bir ölüm olurdu. Arabanın dönmesine izin verdim, yolu tamamen döndüm, bu sayede Bella’ya en yakın kapı yolcu kapısıydı. Sertçe açtım, o sırada zaten arabaya doğru koşuyordu. “Bin.” dedim sinirle. Ne? Bunun kötü bir fikir olduğunu biliyordum. Kız yalnız değil. Kaçmalı mıyım? Sanırım kusacağım… Bella kapıdan içeri tereddüt etmeden zıpladı ve arkasından kapıyı çekti. Sonra, bana bir insanın yüzünde gördüğüm en güven dolu yüz ifadesiyle baktı ve bütün kötü planlarım yıkıldı. Onu arabada bırakıp sokaktaki dört adamla ilgilenemeyeceğimi anlamam bir saniyenden çok çok daha kısa sürdü. Ona ne diyecektim, izleme mi? Ha! Benim istediğim bir şeyi ne zaman yapmıştı ki? Ne zaman güvenli şeyi yapmıştı? Onları, Bella’nın görüşünden uzaklaştırıp, onu burada yalnız mı bırakırdım? Bu gece Port Angeles sokaklarında başka bir tehlikeli insanın dolaşıyor olması küçük bir ihtimaldi; ama bir ilk olma riski de vardı. Tıpkı bir mıknatıs gibi, tehlikeli her şeyi kendine çekiyordu. Onu gözümün önünden ayıramazdım. O adama arabayla bile vuramazdım. Bu Bella’yı korkuturdu. Onun ölümünü o kadar vahşice istiyordum ki, bu istek kulaklarımda çınladı, görüşümü bulutlandırdı ve dilimde tadını hissettirdi. Kaslarım aceleyle, istekle ve bunun gerekliliğiyle sarıldı. Onu öldürmek zorundaydım. Onu yavaşça yüzecektim, parça parça, kasların üzerinden deriyi, kemiklerin üzerinden kasları… Kızın –dünyadaki tek kızın- koltuğuna iki eliyle sarılmış, gözleri hala büyük ve tamamen güven dolu olarak bana baktığını saymazsak. İntikam beklemek zorunda kalacaktı. “Kemerini bağla.” diye emrettim. Sesim hala nefret ve kana susamışlıkla sertti. Alışıldık kana susamışlık değil. O adamın herhangi bir parçasını içime alarak kendimi kirletmeyecektim. Kemeri yerine taktı ve çıkarttığı sesten hafifçe zıpladı. Bu alçak ses onu zıplatmıştı; ama hala ben bütün trafik işaretlerini görmezden gelerek hızla şehre doğru sürerken korkmuyordu. Gözlerini üzerimde hissedebiliyordum. Garip bir şekilde rahatlamış gözüküyordu. Daha yeni yaşadıklarından sonra, buna bir anlam veremiyordum. “İyi misin?” diye sordu, sesi korku ve stres yüzünden pürüzlü çıkmıştı. O, benim mi iyi olup olmadığımı bilmek istiyordu? Sorusunu saniyenin bir kısmında düşündüm. Onun tereddütü duymasına yeterli olmayacak bir süre. İyi miydim? “Hayır.” dedim ses tonum hiddetle dolup taşarak. Onu bu öğleden sonrayı geçirdiğim kullanılmayan yola götürdüm. Şimdi ağaçların altında simsiyahtı. O kadar öfkeliydim ki, vücudum yerinde donakaldı. Parmaklarım onun saldırganına çarpıp, vücudunu tanınmayacak hale getirecek derecede ezmek isteğiyle ağrıyordu… Ama bu, onu burada, karanlık gece korunmasız bırakmaya yol açardı. “Bella?” dedim dişlerimin arasından. “Evet?” diye cevapladı boğuk bir sesle. Boğazını temizledi. “Sen iyi misin?” Bu gerçekten en önemli şeydi, ilk öncelik. İntikam ikinciydi. Bunu biliyordum; ama vücudum öfkeyle öyle doluydu ki, düşünmek zordu. “Evet.” Sesi hala boğuktu –şüphesiz korkuyla. Ve o yüzden onu bırakamazdım. Çileden çıkarıcı bir sebepten –evrenin benimle oynadığı bir şaka- daima risk altında olmasa da, yokluğumda tamamen güvende olacağından emin olsam bile, onu karanlıkta tek başına bırakamazdım. Çok korkmuş olmalıydı. Yine de onu rahatlatacak durumda değildim –eğer bunun nasıl yapılacağını kesin olarak bilseydim bile, ki bilmiyordum. Şüphesiz, benden yayılan vahşiliği hissedebiliyordu, şüphesiz bu çok açıktı. Eğer içimde kaynayan kan dökme isteğini durduramazsam, onu daha da çok korkutacaktım. Başka bir şey düşünmem gerekliydi. “Dikkatimi dağıt lütfen.” diye yalvardım. “Affedersin, ne?” Neye ihtiyacım olduğunu açıklayabilecek kontrolü kendimde zor bulabildim. “Sadece ben sakinleşene kadar önemsiz bir şeylerden bahset.” dedim çenem hala kilitliyken. Sadece bana ihtiyacı olması beni arabanın içinde tutuyordu. Adamın düşüncelerini duyabiliyordum, hayal kırıklığını ve öfkesini… Onu nerede bulacağımı biliyordum… Görmemeyi dileyerek gözlerimi kapattım. “Iı…” tereddüt etti –isteğimden bir anlam çıkarmak için olduğunu düşündüm. “Yarın okuldan sonra Tyler Crowley’i çiğneyeceğim?” Bunu sanki bir soru gibi söylemişti. Evet –ihtiyacım olan şey buydu. Tabii ki Bella beklenmedik bir şeyle gelecekti. Önceden olduğu gibi, onun dudaklarından gelen şiddet tehdidi eğlenceliydi –çok komik bir şekilde zıttı. Öldürme isteğiyle yanıp tutuşmuyor olsaydım gülerdim. “Niye?” dedim onu tekrar konuşmaya zorlayarak. “Herkese beni baloya götüreceğini söylüyor.” dedi, sesi kaplan-kedi yavrusu öfkesiyle doluydu. “Ya deli ya da hala beni az daha öldürdüğü kazayı telafi etmeye çalışıyor… hatırlıyorsundur.” diye ekledi soğukça, “ve nasılsa balonun bunu yapmanın doğru bir yolu olduğunu düşünüyor. O yüzden ben de, eğer onun hayatını tehlikeye atarsam ödeşiriz ve benden özür dilemeye devam edemez. Düşmana ihtiyacım yok ve belki Lauren, o beni rahat bırakırsa geri çekilir. Sentra’sını da parçalayabilirim gerçi,” diye devam etti, şimdi düşünceliydi. “Eğer bir arabası olmazsa, kimseyi baloya götüremez…” Bazen olayları yanlış anladığını görmek cesaretlendiriciydi. Tyler’ın ısrarının kazayla bir ilgisi yoktu. Lisedeki oğlanları etkileyen cazibesinin farkındaymış gibi gözükmüyordu. Bana olan çekiciliğini de görmüyor muydu? Ah, bu işe yarıyordu. Zihninin şaşırtıcı gidişatı her zaman ilginçti. İntikam ve işkencenin arkasında bir şeyler görmeye, kendimi kontrol etmeye başlamıştım. “Bunu duydum.” dedim ona. Konuşmayı kesmişti ve devam etmesine ihtiyacım vardı. “Duydun mu?” dedi inanamayarak ve sonra sesi öncekinden daha öfkeliydi. “Eğer boyundan aşağı felç olursa da baloya gidemez.” Keşke deli gözükmeden ondan bu tehditlerine devam etmeyi istemenin bir yolu olsaydı. Beni sakinleştirmek için daha iyi bir şey yapamazdı. Ve sözleri –ona göre sadece alay ve abartı- o anda içtenlikle ihtiyacım olan bir hatırlatmaydı. İç çektim ve gözlerimi açtım. “Daha iyi misin?” diye sordu anında. “Pek değil.” Hayır, daha sakindim; ama daha iyi değildim, çünkü demin Lonnie denen canavarı öldüremeyeceğimi anlamıştım ve bunu neredeyse dünyadaki her şeyden daha çok istiyordum. Neredeyse. Son derece haklı çıkarılabilir bir cinayet işlemekten daha çok istediğim tek şey bu kızdı ve ona sahip olamayacağım halde, bunun sadece hayali bile, bu gece katliam yapmamı imkansız kılıyordu –böyle bir şeyin ne kadar savunulabilir olduğu önemli değildi. Bella bir katilden daha iyisini hak ediyordu. Katilden başka bir şey olmak için yetmiş yıl harcamıştım. O kadar yıllık çaba, beni yanımda oturan kıza layık yapamazdı. Ve yine de, eğer o hayata –bir katilin hayatına- bir geceliğine bile geri dönersem, ona ulaşma şansımı tamamen kaybederdim. Kanlarını içmesem bile –gözlerimde kırmızı parlayan o kanıt olmasa bile- farkı hissetmeyecek miydi? Onun için yeterince iyi olmaya çalışıyordum. Bu imkansız bir hedefti. Denemeye devam edecektim. “Sorun ne?” diye fısıldadı. Nefesi burnumu doldurdu ve bana niye onu hak edemeyeceğimi hatırlattı. Bütün bunlardan sonra, onu ne kadar sevsem de… hala ağzımı sulandırıyordu. Olabileceğim kadar dürüst olacaktım. Bunu ona borçluydum. “Bazen öfkemle ilgili problem yaşıyorum Bella.” Sesimdeki doğal olan dehşeti hem duymamasını hem de duymasını dileyerek, karanlık geceyi izledim. Daha çok, duymamasını dileyerek. Kaç Bella, kaç. Kal Bella, kal. “Geri dönüp onları avlamak benim için hiç de iyi…” Sadece düşüncesi bile neredeyse beni arabadan dışarı çıkarıyordu. Derin bir nefes alıp, kokusunun boğazımı kavurmasına izin verdim. “En azından, kendimi buna ikna etmeye çalışıyorum.” “Oh” Başka hiçbir şey söylemedi. Sözlerimde ne kadarını duymuştu? Gizlice ona baktım; ama yüzü okunamıyordu. Muhtemelen şok yüzünden bomboştu. Eh, çığlık atmıyordu. Daha değil. Bir süre sessizlik oldu. Olmam gereken kişi olmak için kendimle savaştım. Olamadığım kişi olmak için. “Jessica ve Angela endişelenecekler.” dedi sessizce. Sesi çok sakindi ve bunun nasıl olabileceğinden emin değildim. Şokta mıydı? Belki bu gece olanlar daha kafasına dank etmemişti. “Onlarla buluşacaktım.” Benden uzaklaşmak mı istiyordu? Yoksa sadece arkadaşlarının endişelenmesinden mi endişeleniyordu? Cevap vermedim; ama arabayı çalıştırdım ve onu geri götürdüm. Kente yaklaştıkça, amacımı gerçekleştirmem zorlaşıyordu. O adama o kadar yakındım ki… Eğer imkansız olsaydı –eğer bu kızı asla hak edemeyecek olsaydım- o zaman adamı cezasız bırakmanın anlamı neydi? Şüphesiz kendime o kadarı için izin verirdim… Hayır. Vazgeçmeyecektim. Daha değil. Onu, pes etmek için çok fazla istiyordum. Düşüncelerime anlam vermeye başlamadan önce arkadaşlarıyla beraber buluşacağı restorandaydık. Jessica ve Angela yemeği bitirmişlerdi ve ikisi de Bella için gerçekten endişelilerdi. Karanlık sokağa doğru onu aramak için yola çıkmışlardı. Bu onların dolaşması için iyi bir ge- “Nasıl bildin, nereye…?” Bella’nın yarım kalan sorusu beni böldü ve başka bir pot kırdığımı anladım. Arkadaşlarıyla nerede buluşacağını sormak için dikkatim çok dağınıktı. Ama soruyu bitirip baskı yapmak yerine, Bella sadece başını salladı ve yarım gülümsedi. Bu ne demekti? Garip kabullenişine kafa patlatmak için vaktim yoktu. Kapıyı açtım. “Ne yapıyorsun?” diye sordu afallayarak. Gözümün önünden ayrılmana izin vermiyorum. Kendime yalnız kalmak için izin vermiyorum. “Seni yemeğe götürüyorum.” Eh, bu ilginç olmalıydı. Alice’i alıp, tesadüf eseri Bella ve arkadaşlarının gittiği restoranı seçerek yemeğe götürmeyi hayal ettiğim başka bir geceye benziyordu. Ve şimdi, pratikte kızla bir randevudaydık. Sadece, bu sayılmazdı, çünkü ona hayır deme şansı vermiyordum. Ben arabanın önünden dolanana kadar çoktan kapıyı yarım açmıştı –şüphe çekmeyecek hızda hareket etmek genelde bu kadar sinir bozucu değildi- benim gelip açmamı beklemek yerine. Bunun sebebi kendine bir hanımefendi gibi davranılmasına alışık olmaması mıydı, yoksa beni bir centilmen olarak düşünmemesi miydi? Kız arkadaşları karanlık köşeye ilerledikçe gittikçe daha da çok gerilerek bana katılmasını bekledim. “Git ve Jessica ile Angela’yı ben onları da takip etmek zorunda kalmadan durdur.” diye emrettim çabucak. “Eğer diğer arkadaşlarınla tekrar karşılırsam kendimi durdurabileceğimden emin değilim.” Hayır. Bunun için yeterince güçlü olmazdım. Titredi ve sonra kendini hızlıca toparladı. Yarım adım ilerleyip yüksek sesle “Jess! Angela!” diye seslendi. Döndüler ve Bella dikkatlerini çekmek için kolunu salladı. Bella! Ah, güvende! diye düşündü Angela rahatlayarak. Çok geç? diye homurdandı Jessica kendi kendine; ama o da Bella kaybolmadığı ya da incinmediği için şükran doluydu. Bu onu eskisinden biraz daha çok sevmemi sağladı. Aceleyle geri döndüler ve beni onun yanında görünce şok olup durdular. I-ıh! diye düşündü Jess afallayarak. Kesinlikle olamaz! Edward Cullen? Onu bulmak için mi tek başına gitti? Ama niye onların kasaba dışında olmsıyla ilgili bana soru sorsun ki, eğer o buradaysa… Bella’nın Angela’ya benim ailemin okula sık sık gitmediğini sorarkenki mahcup ifadesinden kısa bir görüntü yakaladım. Hayır, biliyor olamazdı. diye karar verdi Angela. Jessica’nın düşünceleri şaşkınlıktan şüpheye doğru yönelmişti. “Neredeydin?” diye sordu Bella’ya bakarak; ama beni de gözünün kenarından gözetleyerek. “Kayboldum ve sonra Edward’la karşılaştım.” dedi Bella eliyle beni göstererek. Ses tonu dikkat çekecek derecede normaldi, sanki bu gece gerçekten hiçbir şey olmamış gibi. Kesinlikle şokta olmalıydı. Sakinliğinin tek açıklaması buydu. “Size katılmamda bir sakınca var mı?” diye sordum –nezaketten; çoktan yediklerini biliyordum. Kahretsin; ama çok seksi! diye düşündü Jessica, kafası birdenbire tutarsızlaşarak. Angela da daha sakin değildi. Keşke yemeseydik. Wow. Sadece. Wow Bunu niye Bella’ya yapamıyordum? “Ee… tabi” diyerek kabul etti Jessica. Angela kaşlarını kaçttı. “Iı, aslında Bella, biz beklerken yedik.” diye itiraf etti. “Kusura bakma.” Jessica içinden şikayet etti. Ne? Kes sesini! Bella rahatlatmak için normal bir şekilde omuzlarını silkti. Kesinlikle şoktaydı. “Sorun değil –aç değilim.” Katılmadım. “Bence bir şeyler yemelisin.” Kan dolaşımına şeker girmesi gerekliydi –gerçi zaten varmış gibi yeterince tatlı kokuyordu, diye düşündüm alayla. Dehşet ona her an çarpabilirdi ve boş bir mide yardımcı olmazdı. Tecrübemden bildiğim üzere kolaylıkla bayılabiliyordu. Bu kızlar eğer direkt eve giderlerse tehlike içinde olmayacaklardı. Tehlike onları her adımlarında takip etmiyordu. Ve Bella’yla yalnız kalmayı tercih ederdim –o benimle yalnız kalmak istediği sürece. “Bella’yı bu gece eve benim bırakmamın bir sakıncası var mı?” dedim Jessica’ya, Bella cevap veremeden. “Böylece o yerken beklemek zorunda kalmazsınız.” “Ah, sorun olmaz. Sanırım …” Jessica Bella’ya dikkatle bakarak, bunun istediği şey olduğuna dair bir işaret aradı. Kalmak istiyorum… ama muhtemelen onu kendine istiyor. Kim istemez ki? diye düşündü Jess. O sırada, Bella’nın göz kırpmasını izledi. Bella göz mü kırpmıştı? “Tamam.” dedi Angela çabucak, Bella’nın istediği buysa yoldan çekilmek için acele ederek ve bunu istiyormuş gibi gözüküyordu. “Yarın görüşürüz, Bella… Edward.” Adımı sıradan bir tonla söylemek için çabaladı. Sonra Jessica’nın elini tuttu ve onu çekmeye başladı. Bunun için Angela’ya teşekkür etmenin bir yolunu bulmam gerekecekti. Jessica’nın arabası bir sokak lambasının ışığının oluşturduğu parlak bir daireye yakındı. Bella kaşlarının arasında bir endişe kıvrımıyla onları arabaya girene kadar izledi. O zaman, içinde bulunmuş olduğu tehlikenin tamamen farkında olmalıydı. Jessica uzaklaşırken el salladı ve Bella da ona geri el salladı. Derin bir nefes alıp bana döndüğünde araba daha gözden kaybolmamıştı. “Açıkçası, aç değilim.” dedi. Konuşmadan önce neden onların gitmesini beklemişti? Hakikaten benimle yalnız kalmak istiyor muydu –şimdi, öldürücü öfkeme şahit olduktan sonra bile mi? Durum ne olursa olsun, bir şeyler yiyecekti. “Dalga geçiyorsun.” dedim. Restoran kapısını onun için açtım ve bekledim. İç çekip içeri girdi. Garsonun beklediği platforma doğru onun yanında yürüdüm. Bella hala tamamen soğukkanlı gözüküyordu. Ateşini ölçmek için eline, alnına dokunmak istedim; ama soğuk elim onu iğrendirirdi, daha önce olduğu gibi. Aman Tanrım, garsonun yüksek iç sesi bilincime daldı. Tanrım, Aman Tanrım. Bu gece benim baş döndürme gecem gibi gözüküyordu ya da sadece Bella’nın beni böyle görmesini çok istediğim için, şimdi daha çok fark ediyordum. Her zaman kurbanımıza göre çekiciydik. Bunun hakkında daha önce hiç bu kadar düşünmemiştim. Genellikle korku, baştaki çekimin yerini çabucak alırdı… “İki kişilik bir masa?” diye sordum garson konuşmadığında. “Ah, ıı, evet. La Bella İtalia’ya hoşgeldiniz.” Mmm! Nasıl bir ses ama! “Lütfen beni takip edin.” Düşünceleri meşguldu, hesap yapıyordu. Belki kız onun kuzenidir. Kardeşi olamaz, benzemiyorlar; ama aile kesinlikle. Onunla beraber olamaz. İnsan gözleri bulutluydu; hiçbir şeyi net göremiyorlardı. Bu dar görüşlü kadın nasıl benim fiziğimi –kurban için tuzak- çekici bulabiliyordu da, yine yanımdaki kızın yumuşak mükemmelliğini göremiyordu? Eh, ona yardım etmeye gerek yok, ne olur ne olmaz, diye düşündü garson bizi restoranın en kalabalık yerindeki aile boyu masaya yönlendirirken. Kız buradayken ona numaramı verebilir miyim…? Arka cebimden bir banknot çıkardım. İnsanlar işin içine para girdiğinde her zaman işbirliğine hazırdı. Bella karşı çıkmadan garsonun gösterdiği yere oturuyordu. Ona doğru kafamı iki yana salladım ve kafasını merakla kaldırarak bekledi. Evet, bu gece çok meraklı olacaktı. Kalabalık, bu konuşma için ideal bir yer değildi. “Belki daha özel bir yer?” diye istekte bulundum garsona parayı vererek. Gözleri şaşkınlıkla açıldı ve sonra parmakları bahşişin üzerinde kıvrılırken kısıldı. “Tabii.” Bizi bir bölme duvarının etrafından götürürken paraya göz attı. Daha iyi bir masa için elli dolar? Aynı zamanda zengin. Bu mantıklı –bahse girerim ki ceketi son maaşımdan daha fazla para ediyordur. Lanet olsun. Niye onunla mahremiyet istiyor? Bize restoranın sessiz bir köşesinde bizi kimsenin göremeyeceği –ona ne söylersem Bella’nın bunlara tepkilerini göremeyecekleri- bir bölme önerdi. Ne kadar tahmin etmişti? Bu gece olanlarla ilgili kendine hangi açıklamayı yapmıştı? “Burası nasıl?” diye sordu garson. “Muhteşem.” dedim ve Bella’ya olan kızgın davranışlarından rahatsız olarak, dişlerimi gösterip ona genişçe gülümsedim. Vay. “Iı… servisiniz hemen gelecek.” Gerçek olamaz. Mutlaka uyumuş olmalıyım. Belki kız kaybolur… belki tabağına ketçapla numaramı yazarım. Garip. Hala korkmamıştı. Birdenbire Emmett’in haftalar önce kafeteryada benimle alay edişini hatırladım. Bahse girerim, ben onu bundan daha iyi korkutabilirdim. Bu yeteneğimi kayıp mı ediyordum? “İnsanlara bunu gerçekten yapmamalısın.” diye böldü Bella düşüncelerimi onaylamaz bir tonla. “Hiç adil değil.” Eleştirici ifadesine bakakaldım. Neyi kastetmişti? Çabalarıma rağmen garsonu korkutamamaıştım. “Neyi?” “Onları böyle büyülememelisin – kız muhtemelen şimdi mutfakta soluk soluğa kalmıştır.” Hmm. Bella neredeyse haklıydı. Garson şu anda yarı-tutarlı bir şekilde arkadaşına benim hakkımdaki yanlış değerlendirmesini anlatıyordu. “Ah, hadi ama,” diye azarladı Bella ben hemen cevap vermeyince. “İnsanlar üzerindeki etkini biliyor olmalısın.” “Ben insanları büyülüyor muyum?” Bu, durumu ifade etmek için ilginç bir yoldu. Bu gece için yeterince doğruydu. Farkın niye olduğunu merak ediyordum… “Fark etmedin mi?” diye sordu hala eleştirerek. “Sence herkes işlerini bu kadar kolay halledebiliyor mu?” Düşünmeden merakımı seslendirdim. “Senin büyülüyor muyum?” ve sonra kelimeler çıkmıştı ve onları geri çağırmak için artık çok geçti. Ama ben bu sözleri sesli söylemekten derin bir pişmanlık duymadan önce cevapladı, “Sık sık.” Ve yanakları açık pembe bir renk aldı. Onun gözünü kamaştırıyordum. Sessiz kalbim, daha önce hissetmediğim kadar şiddetli bir umutla kabardı. “Merhaba.” dedi biri, garson, kendini tanıtarak. Düşünceleri bizi karşılayandan daha sesli ve açıktı; ama dinlemedim. Onun yerine Bella’nın yüzüne baktım. Kanın teninin altında yayılmasını, boğazımı nasıl yaktığını değil, yüzünü nasıl aydınlattığını, teninin güzelliğini nasıl belirginleştirdiğini fark ederek onu izledim. Garson benden bir şey bekliyordu. Ah, içecek siparişimizi sormuştu. Bella’ya bakmaya devam ettim ve garson gönülsüzce ona da bakmak için döndü. “Ben bir kola alayım?” dedi Bella, sanki onay beklermiş gibi. “İki kola.” dedim. Susuzluk –normal, insan susuzluğu- şokun belirtilerinden biriydi. Sistemine soda ile ekstra şeker aldığından emin olacaktım. Sağlıklı görünüyordu gerçi. Sağlıklıdan çok. Mutlu görünüyordu. “Ne?” diye sordu –niye baktığımı merak ettiği için sanırım. Garsonun gittiğinin belli belirsiz farkındaydım. “Nasıl hissediyorsun?” Soruma şaşırarak gözlerini kırpıştırdı. “İyiyim.” “Başın dönmüyor, miden bulanmıyor, soğuk hissetmiyor musun?” Şimdi kafası daha da karışmıştı. “Öyle mi hissetmeliyim?” “Eh, aslında şoka girmeni bekliyorum.” Yarım gülümseyerek itirazını bekledim. Kendisiyle ilgilenilmesini istemezdi. Cevap vermedi bir dakika aldı. Gözleri hafifçe odağını kaybetmişti. Ona gülümsediğimde bazen böyle bakıyordu. Onun… gözü mü kamaşmıştı? Buna inanmaya bayılırdım. “Bunun olacağını sanmıyorum. Hoş olmayan şeyleri bastırmakta her zaman iyi olmuşumdur.” diye cevapladı biraz nefessiz kalarak. Kötü şeylerle çok fazla pratiği mi vardı yani? Hayatı her zaman böyle tehlikeli miydi? “Aynı şekilde.” dedim ona. “Vücuduna biraz şeker ve yemek girdiğinde kendimi daha iyi hissedeceğim.” Garson iki kola ve bir sepet ekmekle döndü. Onları önüme koydu ve bu sırada gözlerimi yakalamaya çalışarak siparişimi sordu. Bella’yla ilgilenmesi gerektiğini belirttim ve onu dinlememeye devam ettim. Basit bir zihni vardı. “Iı…” Bella menüye hızlıca bir bakış attı. “Mantar ravioli’si alacağım.” Garson istekle bana döndü. “Ve siz?” “Ben bir şey almayacağım.” Bella hafifçe suratını buruşturdu. Hmm. Hiçbir zaman yemek yemediğimi mutlaka fark etmiş olmalıydı. Her şeyi fark etmişti ve onun etrafında dikkatli olmayı her zaman unutuyordum. Tekrar yalnız kalana kadar bekledim. “İç.” diye ısrar ettim. Karşı çıkmadan uyduğunda şaşırdım. Bardak tamamen boşalana kadar içti, ben de ikinci kolayı ona doğru ittim kaşlarımı çatarak. Sususluk mu, şok mu? Biraz daha içti ve titredi. “Üşüdün mü?” “Hayır, koladan sadece.” dedi; ama dişleri çatırdayacakmiş gibi tekrar titredi. Giydiği güzel bluz tenini yeteri kadar koruyabilmek için çok inceydi; neredeyse birincisi kadar narin bir ikinci deri gibiydi. Çok kırılgan, çok faniydi. “Montun yok mu?” “Evet.” Etrafına şaşırarak baktı. “Ah –Jessica’nın arabasında unuttum.” Jestin vücut ısım tarafından bozulmamış olmasını dileyerek ceketimi çıkardım. Ona sıcak bir ceket sunabilmek güzel olurdu. Yanakları yine kızararak bana baktı. Şimdi ne düşünüyordu? Masanın karşısından ona ceketi uzattım. Hemen giydi ve sonra tekrar titredi. Evet, sıcak olmak güzel olurdu. “Teşekkürler.” dedi. Derin bir nefes aldı ve sonra ellerini çıkarmak için ceketin ona çok uzun gelen kollarını kıvırdı. Başka bir derin nefes aldı. Akşam olanlar sonunda yerleşiyor muydu? Rengi hala iyiydi; bluzunun koyu mavisine karşı, teni krema gibi ve gül rengiydi. “Bu mavi renk teninle çok güzel gözüküyor.” diye iltifat ettim ona, sadece dürüst davranarak. Etkiyi artırarak kızardı. İyi gözüküyordu; ama risk almanın bir manası yoktu. Ekmek sepetini ona doğru ittim. “Gerçekten.” diye karşı çıktı. “Şoka girmeyeceğim.” “Girmelisin –normal bir insan girmeli. Sarsılmış bile gözükmüyorsun.” Onaylamaz bir ifadeyle niye normal olamadığını, sonra bunu gerçekten isteyip istemediğimi merak ederek, ona baktım. “Seninleyken kendimi güvende hissediyorum.” dedi, gözleri yine güvenle dolu olarak. Hak etmediğim güvenle. İçgüdüleri tamamen yanlıştı. Problem mutlaka bu olmalıydı. Tehlikeyi bir insanın algılayabilmesi gerektiği gibi tanımıyodu. Tepkileri tamamen tersti. Kaçmak yerine duruyor, onu korkutması gereken şeye çekiliyordu… İkimiz de bunu istemiyorken onu kendimden nasıl koruyacaktım. “Bu planladığımdan daha da karışık.” diye mırıldandım. Sözlerimi kafasında döndürdüğünü görebiliyordum ve onladan ne anlam çıkardığını merak ediyordum. Bir dilim ekmek aldı ve ne yaptığının farkındaymış gibi gözükmeden yemeye başladı. Bir süre çiğnedi ve sonra kafasını düşünceyle yana doğru eğdi. “Gözlerin açık renkli olduğunda genelde daha iyi ruh halinde oluyorsun.” dedi sıradan bir sesle. Gerçeğe bu kadar yaklaşmış gözlemi beni sersemletti. “Ne?” “Gözlerin siyahken her zaman daha aksisin. Bunun hakkında bit teorim var.” diye ekledi umursamaz bir havayla. O zaman kendi açıklaması vardı. Tabii ki vardı. Gerçeğe ne kadar yaklaştığını düşünürken derin bir korku hissettim. “Başka teoriler?” “Mm-hm.” Tamam kayıtsız, yeni bir ısırık alıp çiğnedi. Sanki bir canavarın özelliklerini, canavarın kendisiyle tartışmıyormuş gibi. “Umarım bu sefer daha yaratıcısındır…” diye yalan söyledim devam etmeyince. Gerçekten umduğum şey, yanlış olmasıydı –gerçeğin miller ötesinde. “Yoksa hala fikirlerini çizgi romanlardan mı çalıyorsun?” “Eh, hayır, bunu bir çizgi romandan almadım.” dedi biraz utanarak. “Ama kendi başına da ortaya çıkmadı.” “Ve?” diye sordum dişlerimin arasından. Şüphesiz çığlık atmak üzere olsaydı bu kadar sakin konuşmazdı. Dudağını ısırıp tereddüt ederken, garson Bella’nın yemeğiyle tekrar gelirdi. Bella’nın önüne tabağı koyup bana bir şey isteyip istemediğimi sorduğunda dikkatimi pek vermedim. Reddettim; ama daha fazla kola istedim. Garson boş bardakları fark etmemişti. Onları aldı ve gitti. “Ne diyordun?” dedim endişeyle yine kalnız kaldığımız anda. “Arabada söylerim.” dedi alçak sesle. Ah, bu kötü olacaktı. Başkalarının etrafında tahminlerini söylemek istemiyordu. “Eğer…” diye ekledi aniden. “Şartların mı var?” O kadar gerilmiştim ki kelimeleri neredeyse homurdanmıştım. “Birkaç sorum olacak tabii ki.” “Tabii ki.” dedim, sesim sertti. Soruları muhtemelen düşüncelerinin nereye yönlendiğini anlamama yeterli olacaktı; ama onlara nasıl cevap verecektim? Sorumlu yalanlarla? Yoksa gerçekle onu kaçıracak mıydım? Yoksa karar veremeyerek hiçbir şey söyleyemeyecek miydim? Garson sodaları yenilerken sessizlik içinde oturduk. “Peki, sor.” dedim kız gittiğinde çenem kilitli bir şekilde. “Niye Port Angeles’tasın?” Bu çok kolay bir soruydu –onun için. Benim cevabım eğer dürüst olursa çok fazla şey açığa çıkaracakken, onun sorusu hiçbir şey ele vermiyordu. “Sonraki.” dedim. “Ama bu en kolay olanıydı!” “Sonraki.” dedim tekrar. Olumsuz cevabımdan rahatsız olmuştu. Gözlerini benden ayırıp yemeğine baktı. Yavaşça, güçlü düşünerek bir ısırık aldı ve ihtiyatla çiğnedi. Biraz kola içti ve sonunda bana baktı. Gözleri şüpheyle kısılmıştı. “Tamam o zaman,” dedi. “Diyelim ki, varsayım olarak tabii ki, biri… insanların ne düşündüğünü bilebiliyor, bilirsin zihin okuyabiliyor –birkaç istisna dışında.” Daha kötü olabilirdi. Bu arabadaki yarım gülümsemeyi açıklıyordu. Hızlıydı –bunu daha önce kimse tahmin edememişti. Carlisle dışında ve o zaman, başta, çok açıktı. Ben düşüncelerine sanki bana söylemiş gibi cevap verdiğimde, benden önce anlamıştı… Bu soru çok kötü değildi. Benimle ilgili bir sorun olduğunu bildiği gayet netken, olabileceği kadar ciddi değildi. Zihin-okuma sonuçta vampir özellikleri içinde değildi. “Sadece bir istisna.” diye düzelttim. “Varsayım olarak.” Bir gülümsemeyle savaştı –kararsız dürüstlüğüm onu memnun etmişti. “Peki, bir istisnayla o zaman. Bu nasıl çalışıyor? Limitler neler? Nasıl… o kişi… başka birini tam zamanında bulabiliyor? Onun başının belada olduğunu nasıl bilebiliyor?” “Varsayarsak?” “Tabii.” Dudakları kıvrıldı ve berrak kahverengi gözleri istekliydi. “Evet,” tereddüt ettim. “Eğer… o kişi…” “Ona ‘Joe’ diyelim.” diye önerdi. İsteğine gülümsemek zorunda kaldım. Hakikaten gerçeğin iyi bir şey olacağını mı düşünüyordu? Eğer sırlarım hoş olsa, ondan niye saklayayım ki? “Joe o zaman.” diye katıldım. “Eğer Joe dikkat ediyor olsaydı, zamanlamanın bu kadar tam olmasına gerek kalmazdı.” Kafamı salladım ve bugün geç kalmaya ne kadar yakın olduğumu düşününce bir titremeyi bastırdım. “Sadece sen bu kadar küçük bir kasabada başını belaya sokabilirsin. Son on yıllık suç oranlarını mahvedebilirdin.” Dudakları kenarlarından aşağıya doğru indi ve büküldü. “Bir varsayım hakkında konuşuyorduk.” Kızgınlığına güldüm. Dudakları, teni… Çok yumuşak görünüyordu. Onlara dokunmak istiyordum. Parmağımın ucuyla kaşlarının arasındaki buruşukluğu yok etmek istiyordum. İmkansız. Benim tenim ona tiksindirici gelirdi. “Evet, öyleydi.” dedim kendi moralimi daha fazla bozmadan konuşmaya dönerek. “Sana ‘Jane’ diyelim mi?” Masanın karşısından bana doğru eğildi, bütün öfke ve alay büyük gözlerinden gitmişti. “Nasıl bildin?” diye sordu alçak ve kuvvetli bir sesle. Ona gerçeği söylemeli miydim? Ve eğer öyle yaparsam ne kadarını? Ona söylemek istiyordum. Yüzünde hala olan o güveni hak etmek istiyordum. “Bana güvenebileceğini biliyorsun.” diye fısıldadı ve ellerime dokunacakmış gibi kendi elini ileri doğru uzattı. Buz gibi, taş ellerime tepkisinin düşüncesinden nefret ederek onları geri çektim ve o da elini indirdi. Ona sırlarımı koruması konusunda güvenebileceğimi biliyordum; tamamen güvene layıktı; ama onlardan korkmaması konusunda güvenemezdim. Korkması gerekirdi. Gerçek korkunçtu. “Artık başka bir seçeneğim olduğunu sanmıyorum.” diye mırıldandım. Bir kere ‘son derece dikkatsiz’ diyerek onunla alay ettiğimi hatırladım. Gücendirmiştim, eğer yüz ifadelerini doğru değerlendiriyorsam. “Yanılmışım –inandığımdan çok daha dikkatlisin.” Ve muhtemelen farkında olmamasına rağmen, ona çoktan inanıyordum. Hiçbir şey kaçırmıyordu. “Her zaman haklı olduğunu sanıyordum.” dedi benimle alay ederken gülerek. “Önceden öyleydim.” Eskiden ne yaptığımı biliyordum, eskiden gidişatımdan her zaman emin olurdum ve şimdi her şey kaos ve kargaşa içindeydi. Yine de bunu değişmezdim. Mantıklı olan o hayatı istemiyordum. Eğer kaos Bella’yla birlikte olabileceğim anlamına geliyorsa değil. “Seninle ilgili başka bir şeyde de yanılmışım,” diye devam ettim. “Kaza mıknatısı değilsin –bu yeterince geniş bir sınıflandırma değil. Bela mıknatısısın. Eğer on millik alan içinde tehlikeli bir şey varsa, her zaman seni bulur.” Niye o? Bunların herhangi birini hak etmek için ne yapmıştı? Bella’nın yüzü yine ciddileşti. “Ve sen de kendini bu kategoriye mi koyuyorsun?” Dürüstlük bu sorusunda diğerlerinden daha önemliydi. “Kesinlikle.” Gözleri hafifçe kısıldı –şimdi şüpheyle değil; ama garip bir şekilde endişeyle. Ellerini masanın karşısıa doğru yavaşça ve ihtiyatla tekrar uzattı. Ellerimi ondan bir inç geriye çektim; ama bana dokunmaya kararlı olarak bunu görmezden geldi. Nefesimi tuttum –bu sefer kokusu yüzünden değil; ama ani, kahredici gerilimle. Korku. Tenim onu iğrendirirdi. Kaçardı. Parmak uçlarıyla elimin arkasına hafifçe dokundu. İstekli, nazik dokunuşunun sıcaklığı, daha önce hissettiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Neredeyse katıksız zevkti. Olabilirdi, korkuyor olmasaydım. O tenimin soğukluğunu ve sertliğini hissederken hala nefes alamayarak yüzünü izledim. Yarım bir gülümseme dudaklarının kenarlarını yukarı doğru kaldırdı. “Teşekkür ederim.” dedi istekli gözleriyle benim gözlerim buluştuğunda. “Şimdi iki etti.” Yumuşak parmakları orada olmayı hoş bulmuşlar gibi elimin üzerinde kaldı. Ona verebileceğim en sıradan şekilde cevap verdim. “Üçüncüyü denemeyelim olur mu?” Yüzünü buruşturdu; ama başını salladı. Elimi onun elinin altından çektim. Dokunuşu ne kadar muhteşem hissettirse de, toleransının sihrinin geçip, tiksinmeye dönüşmesini beklemeyecektim. Ellerimi masanın altına sakladım. Gözlerini okudum; zihni sessiz olsa da, orada hem güven hem de merak görebiliyordum. O anda sorularını cevaplamak istediğimi anladım. Ona borçlu olduğumdan değil. Bana güvenmesini istediğimden değil. Beni tanımasını istiyordum. “Seni Port Angeles’a kadar takip ettim.” dedim ona, kelimeler düzeltemeyeceğim kadar hızlı dökülüyordu. Gerçeğin tehlikesini, aldığım riski biliyordum. Her an, doğal olmayan sakinliği histeriye dönüşebilirdi. Aksine, bunu bilmek sadece daha hızlı konuşmama neden oluyordu. “Daha önce belirli bir insanı hayatta tutmaya çalışmamıştım ve bu düşündüğümden de zormuş; ama bu muhtemelen sadece sen olduğun için. Normal insanlar günlerini kazasız belasız geçiriyorlar.” Onu izleyerek bekledim. Gülümsedi. Dudakları köşelerinden yukarı kıvrıldı ve çikolata renkli gözleri samimileşti. Biraz önce onu gizlice takip ettiğimi itiraf etmiştim ve o gülümsüyordu. “Belki de kaderim o minibüs olayına kadardı, kaderle oynadığını düşünmüyor musun?” diye sordu. “O ilk değildi.” dedim masanın koyu kestane rengi örtüsüne, omuzlarım utançtan düşük bir halde bakarak. Bariyerlerim inmişti, gerçek hala düşünmeden dökülüyordu. “Senin kaderin benimle tanışana kadardı.” Bu gerçekti ve beni öfkelendiriyordu. Ben hayatında bir giyotin bıçağı gibi yerleştirilmiştim. Sanki zalim, adil olmayan bir kaderle ölüme işaretlenmişti ve bu aynı kader onu öldürmeye çalışmaya devam ediyordu. Kaderi bir kişi olarak hayal ettim –korkunç, kıskanç bir cadaloz, kinci acımasız bir kadın. Bundan sorumlu bir şey, biri istedim –o sayede savaşabileceğim somut bir şey olurdu. Yok edecek bir şey, herhangi bir şey, böylece Bella güvende olabilirdi. Bella çok sessizdi; soluğu hızlanmıştı. Beklediğim korkuyu sonunda göreceğimi bilerek ona baktım. Daha demin onu öldürmeye ne kadar yakın olduğumu itiraf etmemiş miydim? Minibüsün ona çarpmaya santimler kala olduğundan daha yakın. Ve yine de yüzü hala sakindi, gözleri hala sadece endişeyle kısılmıştı. “Hatırlıyor musun?” Bunu hatırlıyor olmalıydı. “Evet.” dedi, sesi tonu düz ve ciddiydi. Derin gözleri farkındalıkla doluydu. Biliyordu. Onu öldürmek istemiş olduğumu biliyordu. Çığlıklar neredeydi? “Ve hala burada oturuyorsun.” dedim. “Evet, buradayım… senin sayende.” “Evet, buradayım… senin sayende.” Kurnazca olmayan bir şekilde konuyu değiştirirken yüz ifadesi değişti ve meraklandı. “Çünkü sen bir şekilde bugün beni nasıl bulacağını biliyordun…?” Ümitsizce düşüncelerini koruyan duvarları tekrar ittim. Bu bana hiç mantıklı gelmiyordu. Ortadaki gerçek varken nasıl kalanıyla ilgilenebilirdi? Sadece merakla bekledi. Yüzü bembeyazdı, bu onun için doğaldı; ama yine de beni endişelendiriyordu. Yemeği önünde neredeyse dokunulmamış halde duruyordu. “Sen ye, ben konuşacağım.” Saniyenin yarısı kadar düşündü ve sonra sakinliğine ters düşen bir hızla bir ısırık aldı. Cevabım için gözlerinin görmeme izin verdiğinden daha heyecanlıydı. “Bu olması gerekenden daha zor –seni takip etmek.” dedim ona. “Genelde bir kere zihnini duyduğumda birini kolaylıkla bulabilirim.” Bunu söylerken yüzünü dikkatlice izledim. Doğru tahmin etmek bir şeydi, onaylanması başka bir şey. Hareketsizdi, gözleri büyümüştü. Paniğini beklerken dişlerimin birbirine kenetlendiğini hissettim. Ama bir kere gözlerini kırpıştırdı, sesli bir şekilde yuttu ve çabucak ağzına başka bir lokma attı. Devam etmemi istedi. “Jessica’yı takip ediyordum.” diye devam ettim. “Pek dikkatli değil –dediğim gibi, sadece sen Port Angeles’ta başına bela alabilirsin.” Bunu eklemeden duramadım. Diğer insanların hayatlarının ölümün kıyısındann dönme deneyimleriyle bu kadar dolu olmadığını fark etmiş miydi, yoksa normal olduğunu mu düşünüyordu? O, şimdiye kadar tanıştığım, normallikten en uzak kişiydi. “Ve başta onlardan ayrıldığını fark etmedim. Sonra, artık onunla olmadığını anladığımda, kafasında gördüğüm kitapçıya gittim. İçeri girmediğini söyleyebilirdim ve güneye gittiğini… ve kısa zaman içinde geri döneceğini biliyordum. O yüzden sadece seni bekliyor, biri seni fark etmişse, nerede olduğunu öğrenmek için rastgele sokaktaki insanların düşüncelerini tarıyordum. Endişelenmek için hiçbir sebebim yoktu… ama garip bir şekilde gergindim…” O panik duygusunu hatırladığımda soluğum hızlandı. Kokusu boğazımı yaktı ve ben memnun kaldım. Bu, onun canlı olduğu anlamına gelen bir acıydı. Ben yandığım sürece, o güvendeydi. “Arabayla daireler halinde dolaşmaya başladım, hala… dinleyerek.” Kelimenin ona mantıklı gelmesini umdum. Bu mutlaka kafa karıştırıcı olmalıydı. “Güneş batıyordu ve ben çıkıp seni yaya olarak takip etmeye başlayacaktım. Ve sonra-“ Hatıra beni ele geçirdiğinde –sanki o an tekrar yaşanıyor gibi kusursuz derecede net ve gerçekçi- vücudumda aynı öldürücü öfkeyi hissettim. Onun ölmesini istiyordum. Onun ölmesine ihtiyacım vardı. Kendimi masada tutmaya çalışırken çenem kilitlendi. Bella’nın hala bana ihtiyacı vardı. Önemli olan oydu. “Sonra ne?” diye fısıldadı, koyu gözleri büyüktü. “Ne düşündüklerini duydum.” dedim dişlerimin arasından, kelimelerin ağzımdan homurdanma olarak çıkmasını engelleyemeyerek. “Aklında senin yüzünü gördüm.” Öldürme arzusuna zorlukla karşı koyabildim. Onu nerede bulacağımı hala biliyordum. Karanlık düşünceleri gökyüzündeydi, beni kendilerine çekiyordu… İfademin bir canavara, avcıya, katile ait olduğunu bilerek yüzümü kapadım. Kendimi kontrol edebilmek için kapalı gözlerimin arkasına onun resmini yerleştirdim, sadece onun yüzüne odaklandım. Kemiklerinin narin yapısına, beyaz teninin inceliğine –sanki camın üzerine ipek gerilmiş gibi, inanılmaz derecede yumuşak ve kırılması kolay. Bu dünya için çok incinebilirdi. Bir koruyucuya ihtiyacı vardı. Ve, kaderin çarpık, kötü yönetimiyle, ben uygun olan en yakın şeydim. Sert tepkimi anlayabilmesi için ona açıklama yapmaya çalıştım. “Bu çok… zordu –ne kadar zor olduğunu hayal edemezsin- seni oradan alıp, onları… canlı bırakmak.” diye fısıldadım. “Jessica ve Angela’yla gitmene izin verebilirdim; ama beni yalnız bırakırsan onları aramaya gitmekten korktum.” Bu gece ikinci kez, cinayet işlemeyi düşündüğümü itiraf etmiştim. En azından bu seferki savunulabilirdi. Ben kendimi kontrol etmeye çabalarken, o sessizdi. Kalp atışlarını dinledim. Ritim düzensizdi; ama zaman geçtikçe, düzenli olana kadar yavaşladı. Soluk alıp verişi de alçak ve düzenliydi. Kıyıya çok yakındım. Onu eve götürmem gerekiyordu… önce… O zaman o adamı öldürür müydüm? Bella bana yine güvenirken bir katile dönüşür müydüm? Kendimi durdurabilmenin bir yolu var mıydı? Yalnız kaldığımızda son teorisini söyleyeceğine söz vermişti. Duymak istiyor muydum? Bunun için heyecanlıydım; ama merakımın sonucu, bilmemekten daha kötü olur muydu? Her şekilde, bir gece için yeterince gerçek öğrenmiş olmalıydı. Ona tekrar baktım, yüzü öncekinden daha beyazdı; ama toparlanmıştı. “Eve gitmeye hazır mısın?” diye sordum. “Buradan gitmeye hazırım.” dedi sanki basit bir ‘evet’ söylemek istediği şeyi tamamen karşılamıyormuş gibi, kelimeleri dikkatle seçerek. Sinir bozucu. Garson geri döndü. Bella’nın son cümlesini duymuştu, bana ne önerebileceğini merak ediyordu. Aklındaki bazı önerilere gözlerimi devirmek istedim. “Nasılız?” diye sordu bana. “Hesabı alabiliriz, teşekkürler.” dedim, gözlerim Bella’da. Garsonun soluğu tıkandı, bir anlığına –Bella’nın söylediği şekilde- sesimden büyülenmişti. Bu önemsiz insanın kafasında sesimin nasıl duyulduğunu işittiğimde, neden bu gece bu kadar beğeni topluyor gözüktüğümü anladım. Bu Bella yüzündendi. Onun için güvenli, daha az korkutucu ve insan olmaya çok fazla çalışarak, gerçekten şiddetimi kaybetmiştim. Kişisel dehşetim böyle dikkatli bir şekilde kontrol altındayken, diğer insanlar sadece güzellik görüyorlardı. Kendini toparlamasını bekleyerek garsona baktım. Sebebini anladığım için şimdi bir nevi komikti. “Tabii.” diye kekeledi. “İşte.” Fişin altına sıkıştırdığı kardı düşünerek hesabı uzattı. Üzerinde ismi ve telefon numarası olan kardı. Evet, bu oldukça komikti. Para hazırdı. Ona hesabı çabucak geri verdim, o sayede asla gelmeyecek bir telefonu bekleyerek vaktini harcamazdı. “Üstü kalsın.” dedim, bahşişin büyüklüğünün hayalkırıklığını azaltacağını umarak. Ayağa kalktım ve Bella hızlıca takip etti. Ona elimi vermeyi istiyordum; ama bunun bir gece için şansımı biraz fazla zorlamak olabileceğini düşündüm. Gözlerim Bella’nın yüzünden ayrılmadan garsona teşekkür ettim. Bella da eğlenceli bir şey bulmuş gibi görünüyordu. Dışarı yürüdük; yanında cüret edebileceğim en yakın şekilde yürüdüm. Vücudundan yayılan sıcaklığı, kendi vücudumun sol kısmında fiziksel bir dokunuş gibi hissetmeme yetecek kadar yakın. Kapıyı onun için tutarken, sessizce iç çekti ve onu neyin üzdüğünü merak ettim. Gözlerine baktım, tam soracakken, utanmış görünerek yere baktı. Bu beni sormaya isteksizleştirse bile, beni daha da meraklandırdı. Araba kapısını ona açıp, içeri girerken aramızdaki sessizlik devam etti. Isıtıcıyı çalıştırdım –sıcak hava aniden soğumuştu; soğuk araba onun için mutlaka rahatsız edici olmalıydı. Dudaklarında küçük bir gülümsemeyle ceketime sokuldu. Kaldırım ışıkları solana kadar konuşmayı erteleyerek bekledim. Bu onunla daha yalnızmışım gibi hissettirdi. Doğru olan neydi? Şimdi sadece ona odaklandığım için, araba çok küçük gözüküyordu. Kokusu ısıtıcının şartlarıyla büyüyüp güçlenerek girdap gibi döndü. Arabada ayrı bir varlık gibi, kendi gücüne ulaştı. Tanınma talep eden bir varlık. Bunu başardı; yandım. Yanmak kabul edilebilirdi gerçi. Bana garip bir şekilde yerinde gözüküyordu. Bu gece çok şey ele vermiştim –beklediğimden de çok ve o hala buradaydı, hala kendi isteğiyle yanımdaydı. Buna karşılık bir şey boçluydum. Bir fedakarlık. Bir yanma adağı. Eğer sadece burada tutabilirsem; sadece yanma ve başka hiçbir şey; ama zehir ağzımı doldurmuş, kaslarım umutla gerilmişti, avlanıyormuşum gibi… Böyle şeyleri zihnimden uzak tutmak zorundaydım ve dikkatimi neyin dağıtacağını biliyordum. “Şimdi,” dedim, cevabına olan korkum yanmanın keskinliğini alırken. “Sıra sende.”
| |
|